Mi’rac mu’cizesi, Necm Sûresi’nin ilk âyetlerinde müşahhas figür ve tasvirlerle anlatılıyor gibi görünse de, ifade tarzının gizemine dikkat edildiğinde aslında soyut düşünce düzeyine yükselten bir anlatımın kullanıldığı hemen fark edilecektir.
Bu itibarla, beden ve ruh bütünlüğü içinde ve uyanık hâlde gerçekleşen mi’raçtaki müşahedeler “birer mirsâd-ı tefekkürdür ve kabil-i tabir olmayan bazı manalara birer kinayedir. Yoksa malûmumuz olan manalarla bir macera değildir.” 1 Diğer bir deyişle kâinat çapındaki hakikatlerin “gılaf ve suretidir” ki, Mi’rac Risalesi’ndeki temsillerle de bu sûret, teşbih ve tasvirlerin hakikatleri gösterilmiştir.
Buna göre, bu sûrenin ilk âyetlerini, (müstetir zamirlerin Cebrail’den (as) ziyade Allah’a (cc) râci olduğunu ve rü’yetullahın vuku bulduğunu kabul eden müfessirlerin yaklaşımını esas alarak, lügatlerin vücûhunu, hadis rivayetlerini ve Üstad Bediüzzaman’ın temsillerini de tatbik ederek) şöyle anlayabiliriz:
1. (Mi’raca) Çıktığında Yıldız’a (dalâlete düşenlere, yıldız misali yol gösteren Hz. Muhammed’e) and olsun ki,
2. (Şimdiye kadar arkadaşlık edip yakînen tanıdığınız, aklının dengesini ve sözünün doğruluğunu iyi bildiğiniz) Sizin yakın arkadaşınız (Muhammedü’l-Emin) ne yolunu kaybetti, ne de aklını.
3. O hevâsından söylemiyor.
4. O (anlattıkları) kendisine vahyedilenden başka bir şey değildir.
5- 6. Çünkü O’nu, kuvveleri şiddetli ve kuvvet sahibi (bir Zât) talim etti de (Tıpkı “Kur’ân’ı O’na talim ettiği” 2 gibi Kur’ân-ı kebîr olan kâinat kitabının da ilk sayfası olan kesret tabakasından son sayfası olan daire-i ehadiyete, bu defa yerinde ve gözleme dayalı öyle bir dersi ona verdi ki, bu dersle) O hemen (dünya zaman ölçeği itibariyle “yatağı bile soğumadan” hatta “tarfetü’l-aynda”) öyle bir seviyeye geldi ve yükseldi ki! (Kâtibinin hadsiz kemalâtını tanıtmak için yazılan o mu’ciznümâ kitabın bütün sayfalarını ders aldıktan sonra artık, o kemalâtın sahibi olan Kâtib-i Zülcelâlin bizzat zatını görebilecek ‘seviyeye’ hazır hâle geldi.)
7. O artık en yüce ufukta, Ufuk-u Â’lâ’da idi.
UFUK-U Â’LÂ: Nasıl ki, muhitimizi ışıtan güneşi evden görmekle, aynı güneşi, kamer kadar yüksek bir ufka çıkıp bütün seyyareleri (âlemleri) aydınlatır vaziyette görmek birbirinden çok farklıdır. Aynen öyle de, Rasûl-ü Ekrem (asm) burada, bütün mümkinat âlemlerinin son bulduğu hududa ve hepsinin birden görülebileceği bir ‘ufka’ erişti ki, bu makamdan, bütün esmânın seb’a semavâta ve her tabaka-i mevcudata olan tecelliyâtı ve rubûbiyet-i âmmenin vahdaniyet halindeki haşmetli tasarrufatı, en geniş bir dairede müşahede edilebiliyordu.
Esmanın her birinin baskın (â’zam) tezahürü, bir semayı kendi mazharı haline getiriyor, böylece yetmiş libaslı hûriler gibi birbiri üstünde kâinat çapında aynalar/tabakalar meydana geliyordu. Her bir semanın, kendini kuşatan daha lâtîf başka melekûtî semalarla güzelliğine güzellikler katılıyordu.
Hatta bu makamda, mazi ve müstakbeli bile aynı anda görmek mümkün oluyordu. Kâinatın mukadderatını yazan kalemlerin sesleri işitiliyor, Cehennem ve Cennetin mahşer sonrasındaki dolmuş hâlleri seyredilebiliyordu. Çünkü yedi kat semanın üstünde bulunan Kürsî, bütün mekânları kuşatmış bir boyut (melekût) olduğundan kendisinde zaman kavramı kayboluyordu.
Onun melekûtu olan Arş’da ise, artık mekân/cihet kavramları da kalmıyordu. (Arş dahî, mekânî değil boyutsaldır. Bir varlık mertebesi olup nesneler âleminin, yani Âlem-i Halkın başlangıcıdır. Allah’ın kâinatı idaredeki ilk vasıtasıdır.) Arş’ın altında 70 hicap vardı ki, Hz. Cibril bunlardan birine yaklaşsa, Rabbinin tecellisine dayanamayıp yanardı. 3
İşte ufuk-u â’lâ denilen ve Cebrail (as) ile birlikte geldiği bu makamdan sonra Habîb-i Ekrem (asm) o hicapları da geçecek Refref (halı, minder) ile Arş’a kadar terakkîye devam edecekti.
8. Sonra o (Cenab-ı Hakk’a) yaklaştı ve (Hak Teâlâ da) hemen onu (makamına, Arş’a) cezbedip çekiverdi.
9. Öyle ki, (Habibullah ile Mahbub-u Zülcelâl) kâb-ı kavseyn oldu. Veya daha yakın oldu.
KÂB-I KAVSEYN: Yayın iki ucu arasındaki mesafeden ziyade, aslında yayın kabzası ile kirişi (ipi) arasındaki mesafeyi ifade eden bir deyimdir ki, normalde yakınlıktan kinayedir. Ancak Üstad (ra), bu teşbihteki ikinci derin manayı da vermiştir.
O da şudur: Nasıl ki, yay ile ipi arasında mahiyet farkı olduğundan ne kadar yakınlaşsalar da birbirleriyle aynîleşmezler. Aynen bunun gibi, Arş boyutuna kadar geçme dahî, iki mübayin varlıktan birinin diğerine benzemesine sebebiyet vermemiştir. Yani fevkalâde bir yakınlaşma gerçekleşmiş, ama bir beşer olan Hz. Peygamber’in (asm) mümkin varlık mertebesi ve kulluğu korunmuş, asla vacibü’l-vücud kategorisindeki İlâhî bir varlığa dönüşmemiştir. Bu noktayı tembihlemek ve hulûliyet nazariyesini reddetmek için “kâb-ı kavseyn” benzetmesi kullanılmış ve bununla “imkân ve vücub ortası” kastedilmiştir.
Eğer ‘vücub âleminde gördü’ denilseydi, Hz. Peygamber (asm) ulûhiyet sıfatları kazanmış gibi olacaktı. Yok, eğer ‘imkân âleminde gördü’ denilseydi, bu defa da mümkinat âlemi suret, cihet ve cisim gibi niteliklere mahkûm olduğundan, ulûhiyeti mümkinata benzetme (teşbih) tehlikesi doğacaktı. Oysa Allah yaratılmış hiçbir varlığa benzemez; mekândan, cihetten ve suretten münezzehtir. Onun rü’yetinin ancak bu şartlara uygun olarak gerçekleşebileceğine işareten “imkân ve vücub ortası” tabiri tam bir isabetle seçilmiştir.
(Devam edecek.)
Dipnotlar:
1- 24. Mektup, 2. Zeyl, 3. Nükte.
2- Rahman 55/1-2.
3- Elmalılı, Hak Dini, İsra, 1.