Noterlik ofisimde “Atatürk portresi asmak zorunda mıyım? Şikâyet ederlerse ne olur?
“Bilmiyorum, ama araştırayım” dedim.
“Ne de olsa noterler hukukçudur, hukuku ve kanunları bildikleri varsayılır, bunu da bilirler her halde” dedik ve cevabı bulmak için soruyu diğer bir noter tanıdığımıza sorduk.
Ama ondan da bilgili bir cevap alamadık. “Canım, benim gibi hiç değilse bir takvim assın, dertten kurtulsun” dedi. Savuşturdu.
Oysa en doğru cevabı noterlerin bilmesi gerekir. Zira işleri bu; hukukçular…
Uzun zaman önce “Noter de not eder, biz de” başlıklı bir yazı yazmıştık. Noterlerin meslek icrası sırasında hukukçu olmalarının gereğini yapmayıp, hatta bundan kaçınıp, ama buna karşılık rutin işler icat edip fazla para kazanma derdinde olduklarını yazmış ve eleştirmiştik.
O yazı üzerine, bazı noter dostlarımız bizi eleştirmişti. Eleştirilerimizin haklı olduğu, bu garip sorunun onlar canibinden cevapsızlığı ile bir defa daha anlaşıldı. Neyse…
Mülkî idare amiri bir dostumuzu aradık. O bilir dedik. Ne de olsa “mülkî idare”nin amiri ve görevi kanunları ve nizamları halka yaymak, öğretmek, arşivini tutmak, sorulursa cevabını vermek.
Yani mer’i hukuk (şer’i hukuk değil!) kaymakamdan sorulur, birinci işi bu. Biz de sorduk.
Ama maalesef oradan da bir cevap alamadık. Ama akıl aldık. “Assın canım, ne olacak” dedi. “Asmasa ne olur” dedik. “Belki canını sıkan olur” dedi.
Noterleri savcılar denetlermiş. Bir savcıya sorduk.
Ama maalesef o da böyle bir mecburiyetin olup olmadığını bilemedi.
Yine o da “Asmazsa bir cezası olmaz belki, ama ne gerek var bu tartışmalara” dedi. İleride vakti gelince gereği yapılır mealinde bir şeyler söyledi. Şaştık, şaşırdık.
Başşehirde mevzuat uzmanı olarak görev yapan bir dostumuza sorduk.
Araştırdı. “Böyle bir mecburiyet yok, dileyen dilediği atasının portresini asar” dedi.
“Peki, niçin herkes mecburiyet varmış gibi yapıyor” dedik.
Cevap vermedi. Ama cevap belliydi. Ya sevgi her yeri kuşatmış, ya da korku dağları aşmış. Ya da bazen o, bazen de bu olmuş.
Bu arada bir hatıra.
Yirmi sekiz Şubat 1997 sonrasında, bir Aralık günü, bir adliye yazı işleri müdürünün odasında otururken bir genç geldi.
Elindeki poşetten posterle dolu bir takvim çıkardı ve “satın almak ister misiniz” diye sordu. Kemalist ya da Atatürkçü derneğin takvimi olduğu, kapağından bile belli oluyordu.
Müdür Bey, odasının duvarlarında asılı duran ve henüz kapağı açılmamış birkaç yeni yıl takvimine şöyle bir baktı. Hepsi posterli idi. Kimi kalpaklı, kimi fraklı, kimi kravatlı…
Derin bir iç geçirdi ve “alalım, kaça?” dedi.
Delikanlı beş lira edecek bir takvim için on beş lira aldı, çekti gitti.
Müdür Bey geriden, aldığı dördüncü takvim için beyliğini hayli bozdu(!), ama o kalpaklı takvimi de zaten var olanların birinin üstüne astı. “Çok sevdiğini” böylece göstermişti. Fişlenmekten de kurtulmuştu.
Bu o zaman “normal”di. Ne demekse! Zira ne de olsa günlerden “Şubat aralığı” idi.
Bu gün hangi Şubat aralığındayız acaba. Bilen var mı?
Ya da, her bir resmî, yarı resmî, hatta sivil dairede, her bir duvara poster asmak gerektiğine dair gizli bir “devrim kanunu” var da biz mi bilemedik! Bilen var mı?
Varsa şu noterin derdine bir el atsın Allah rızası için.
Belki o şifa bulur da sayelerinde başkaları da nasiplenir. Öyle ya, bir hastalık bulaşıcı ise şifası da bulaşıcı olabilir.
Not: Poster/portre sevene lâfımız yok! Derdimiz gizli kanunla…