Sömürü düzeninden kurtulmak ve âdil bir toplumsal düzene gerçekten geçebilmek için iki kanatlı olmak lâzım: Sermaye transferine âdil aracılık hususunda bir alternatif olarak ortaya çıkan İslâm bankacılığının yanında emek ve işgücü piyasasının yeniden kurulmasına da ihtiyaç var.
Şimdilerde bankaların leasing, factoring, finansman şirketleri gibi yavruları var ve türleri ve sayıları gittikçe artıyor. Dolayısıyla bankacılıkta finans/finansman bir üst kavram haline geliyor.
Bunun da yardımıyla birileri üç sene önce “insanî finans” üst kavramını ortaya sürdü ve İslâm bankacılığını buradan yürüyerek geliştirmeye çalışıyor. Bunlar tamam.
Ama dört gün önce serinin başında yazdığımız sömürü kulesinin en alt basamağı yani dar gelirliler ve işçiler ile ilgili olarak felsefî derinliği olan hiçbir gelişme ve iyileştirme yok. Bu durum “dindar iktidar” döneminde de aynen yaşanınca haklı olarak tepki çekiyor ve “abdestli kapitalist” deyimi kullanılıyor. (Biz de birkaç yazımızda “dindar banker” deyimini kullanmıştık. İnternetten bakılabilir.)
İslâmiyet işçi ile işveren ilişkisinde “yediğinizden yedirin, giydiğinizden giydirin” emri ile statü iyileştirmesi yapıyor ve nisbî ve kısmî eşitlik emrediyor.
Bediüzzaman ise tarihin akışında insanlık için vahşet ve bedeviyetten sonra kölelik, esirlik ve ecirlik (ücretlilik) aşamalarının ardından ulaşılacak bir dönem olarak “malikiyet ve serbestiyet” devrinden bahsediyor ve sağlıklı geçişin yol haritasını çiziyor. “Beşer (insanlar) esir olmak istemediği gibi ecir (ücretli işçi) olmak da istemez.”
Ne ister? Bizzat müteşebbis olmak ya da teşebbüse iştirak etmek!
Başkasının emrinde çalışmak, bir yetişkin için ancak bir mecburiyet sonucu kabul edilebilecek bir pozisyondur.
Buradaki “serbestiyet”, teşebbüs özgürlüğü de dahil olmak üzere işin hürriyetler ayağı.
Malikiyet ise “mülkiyet sahipliği hali”nin kurumsallaşmış olmasının adı.
Günümüzde işçilerin malı mülkü –olanı kadarıyla- evi/evleri, bağı bahçesi, bankadaki parası ve arabasından ibaret. Çalıştığı işyerine malik ya da en azından ortak olan neredeyse hiç yok.
İşçi, bari hiç değilse cirodan veya kârdan pay ya da prim alsın. Bunun düzeni kurulsun ki “bu ekmek teknesi benim” diyebilsin. Ama o da yok.
İşveren, -haşa- “istihdam yaratma” perdesi altında emek sömürüsü yapamasın.
“Sosyal devletim” diyen devlet de bunun gereğini yapmış olsun.
Asgarî ücret ve azami çalışma süreleri gibi sınırlarla işçileri korumaya çalışmak doğru ve güzel, ama yetmez. işçiyi çalıştığı fabrikaya /otele vs. ortak yapma işini ve bunun formüllerini bulmayı konuşmaya henüz başlamış değiliz.
Tamam, asgarî ücretin miktarı insanî seviyeye yükseltilmeli. Evet, bedelsiz ve kayıt dışı fazla mesai problemleri denetimlerle giderilmeli. Elbette iş sağlığı ve güvenliği tedbirleri de önemli.
Ama asıl mesele şu: İşçileri işyerine ortak etmenin yollarını bulalım. Malikiyet ve serbestiyet devrinin kralları olsunlar.
Sosyal devlet olmanın hakkını veren “gelişmiş” ülkelerde nice güzel örnekler var. (Zürih’te asgarî ücret 42 bin lira!). Yeter ki “dinleri şöyle, kültürleri böyle” gibi bahanelerle sırtımızı dönmeyelim.
Bilelim ki sırtımızı Batıya dönersek, yüzümüzü -insanı karınca sayan- ÇinûMaçin’e dönmüş olacağız.
“İki taraftan birine mecbur muyuz” diyenlerin çoğu yüzünü şeytana dönüyor, o da onların sırtını yere vuruyor…