(Önceki gece Ankara’da bir araya gelen ve meleklerin alkışlarına garkolan kadronun ihlâs ve ruhaniyetine ithaf olunur.)
Ecdadımızın kurduğu medeniyet vakıf medeniyeti olarak da anılır. Ama vakıf kurmak ya da vakfetmek sadece gelenekten ibaret de değildir.
Asrın idrakine hitaben vakfedilenler de vardır meselâ.
Siz okuyucularımız, Bediüzzaman’ın kurduğu veya tesis ettiği, bu çağa ait iki tür vakfı özellikle bilirsiniz:
Birincisi, Risâle-i Nur Külliyatı, bir vakıf eserdir. Müellifi, bu eserleri kendi şahsî mamelekine karıştırmamış, mirasına dahil etmemiş, vakfetmiştir. (Kitabın vakfedilmesinin başka bir örneğini bilmiyoruz).
Bir kitabın vakfedilmesi, aynı zamanda, telif gelirlerinin de o kitabın daha çok yayılmasına tahsis edilmesidir. Okuyanı bulundukça yaşayacak bir vakıf türüdür bu.
Peki, o vakıf kitabı kim sahiplenecek, manevi feyzini kim muhafaza edecek, neşrini kim kendisine vazife bilecek?
İşte bu grup da Bediüzzaman’ın tesis ettiği ikinci tür vakfı ortaya çıkarmaktadır: Hayatını kitaba vakfetmiş olan vakıf şahsiyetleri. “Nurları kendi malı ve telifi bilmek” bu olsa gerektir.
Çekirdeğinde Kur’ân’ın yer aldığı iç içe halkalar düşünelim. Kur’ân’ın dışındaki halka, tefsirlerden ve bir tefsir olarak Risâlelerden oluşan vakıf halkası ise, onun bir dışındaki halka da vakıf şahsiyetlerden oluşan vakıf halkasıdır.
Kanaatimce, hizmetin mücessem ya da gayrimücessem bilumum müesseselerinde bulunan ve hayatını hizmete vakfederek “Benim ücretimi ancak Allah verir” prensibi ile hizmet eden herkes bir mânâda vakıftır.
İşte bu vakıflara bir “koruyucu halka” ve onların “her hallerine vâkıf” olması gerekenler ise Kur’ân’ın kudsiyetine inanan, Kur’ân’ın nuruna hizmet etmenin kıymetini bilen ve bilmesi gereken herkestir, talebelerin kardeşleridir, onların dostlarıdır, yani siz okuyucularsınız.
İşte bu yapı, bu sebeple, bu asra özgüdür.
Bu durumda başlıktaki sorum sizedir ey okuyucu!
Manevi çekirdeğinizin hâmîsi olan vakıflara vâkıf mısınız?
Meselâ, hayatını vakfetmeye ehil vakıf adaylarını teşvik ediyor musunuz? Yoksa onları dünyevî mânâda cazip mesleklere mi yönlendiriyorsunuz?
Hayatını vakfetmeye azmedenleri, manen, maddeten ve malen her şeyinizle destekliyor musunuz?
Meselâ, Kastamonu Lâhikasında (172) zikredilen şu prensibin hakkını verebiliyor musunuz? “Risâle-i Nur’un hizmetine hasr-ı vakit eden rükünlere ve çalışanlara zekâtla yardım etmek de Risâle-i Nur’a bir nevî hizmettir. Hem yardım edilmeli.”
Her büyük camiyi vakfederken yanına kira getirecek dükkânlar da yapıp bu kira gelirini cami görevlisi vakıf şahsiyetlerin iaşesi için tahsis eden ve böylece her vakfı hakikatte “ayakta vakfeden” yüksek fikir sahibi ecdadı izliyor musunuz? Onların bu, “zahmetsizce yönetilen vakıf müessese” kurma prensibini, kurduğunuz müesseselerde ne kadar tatbik ediyorsunuz?
Meselâ, bu vakıf şahsiyetlerin, kendilerini meslek içinde eğitmelerine, fıtratlarına uygun bir zeminde ve ihtisaslaşarak hizmet etmelerine yardımcı olabiliyor musunuz?
Meselâ bu vakıfların bekârlıklarında hayatlarına vâkıfsınız da, evlendiklerinde onları mevta sayıp ruhlarına rahmet mi okuyorsunuz? Manen mevta olmamaları için doğru eşi seçmelerine yardımcı oluyor musunuz? Daha da önemlisi, evlendiklerinde himmetinizi arttırıyor musunuz?
En önemlisi de ücret-maaş farkını fark edemeyen ve vakıfları ücretli çalışanlar zanneden zekât ehli dostları bu konuda uyarabiliyor musunuz?
Yukarıdaki sorularda cevabınız evet değilse, siz de vâkıf değilsiniz. Olasınız inşallah!