Son iki yazımızda, “…öcü” dâvâlarında kimin neden suçlu olduğunu tesbit konusunda özetle şunu söyledik: “Aslında yargıya ait olan kriter tesbiti görevi yürütmenin kontrolüne geçti. Yargının, bu yetkisini Hak namına geri alması ve elbette hukuk içinde kalarak karar vermesi gerekir.”
Aşağıdaki genel prensipleri yazarak konuyu tamamlayalım. (Böylece oluşmuş olabilecek yanlış anlamaları da giderelim).
1. Suç ihdas etme yetkisi yasama organına aittir ve kanunla kullanılır. Yani nasıl bir fiilin suç olduğunu ve hangi ceza ile cezalandırılacağını ancak kanun söyler.
Belirtelim ki gündemdeki dâvâlar açısından, “yeni suç ihdas edilmesi gerektiği”, yani kanunda boşluk ya da yetersizlik olduğu iddia edilmiyor. Yasama göreve çağırılmıyor.
Yani ihdas edilmiş suçlar, On Beş Temmuz meselesinde adaleti sağlayabilmek açısından, teorik olarak yeterli. Önemli olan, kanunu olaya doğru şekilde uygulayabilmek.
2. Terör örgütü suçlarında, bir terör örgütünün varlığını, devletin istihbarat ve güvenlik birimlerinin bilgilerini de kullanarak yine yargı söyler. Zira bu beyan, neticesi itibariyle bir yargısal tesbittir. (Çünkü yargısal hükme dayanak teşkil eden her tesbit yargısaldır).
Ancak olağan bir devlette, bu hususta, yürütme ve yasamanın yargı ile çelişmesi beklenmez. Yani devletin yürütme organının bir parçası olan güvenlik kurum ve kurullarının, “… isimli bir terör örgütü var” deyip gerçek deliller ortaya koyduğu noktadan sonra yargının bu delilleri görmezden gelerek “dediğiniz isimde bir terör örgütü yok” demesi beklenmez, mümkün de değildir. Zira Terörle Mücadele Kanunu’ndaki tarifiyle “cebir, şiddet ve tehdit” unsurlarının “sürekli ve düzenli biçimde madden ve fiziken varlığı” yargısal süreklilik kazanmıştır ve artık itiraza mecal bırakmaz.
3. Bir sanığın, terör örgütü olduğunu artık ilgili herkesin “bildiği” bir örgüte üye ya da yardımcı/yatakçı olduğunu ise elbette önce savcı iddia eder. O ispat ederse son olarak da mahkeme kendi kararıyla aynı şeyi söyler. Şüpheden sanık yararlanacağından yeterli delil yoksa beraat kaçınılmazdır.
4. Bir yardım ve hayır örgütünün sonradan terör örgütü haline geldiği iddiasında ise yine nihayetinde yargı tarafından çözülmesi gereken başka problemler de vardır:
Değişimin varlığı iddiası doğru mudur?
Doğru kabul edilirse değişimin gerçekleştiği zaman nedir?
Değişimi, hayır ve yardım örgütü mensuplarından hangilerinin ne zamandan itibaren “bildiğini” neyle ispat etmek gerekir?
İşte bizim gündemdeki dâvâlarla ilgili olarak son iki yazımıza konu ettiğimiz “kriter meselesi” bu sorularla ilgilidir.
Basit ifadeyle, bir örgütün yardım ve hayır örgütü yönüne mensup olanların hepsinin, sonradan dönüşümle mevcut olduğu varsayılan terör örgütü yönüne de mensup olduğu, hele bir varsayım yardımıyla asla iddia ya da kabul edilemez. Şöyle:
5. Yukarıdaki birinci sorunun cevabını geçip ikinci soruya bakalım: Bu örgütün ne zamandan bu yana terör örgütüne dönüştüğünü kim söyleyecek?
Elbette bu tesbiti güvenlik kuvvetlerinin ve istihbaratın verdiği bilgiler doğrultusunda, ama neticede yine yargı söyleyecek.
Peki, yargı, yürütmenin söylediğini tasdik etmek zorunda mı? Elbette hayır.
Bu noktada delilin ve şahidin tarafsızlığı ilkesi yara almış gibi görünüyorsa da başka çare de yoktur. Yani hükümet ve yürütme hem bir taraftan suç mağdurudur ve hem de öbür yandan “örgütün varlığını gösteren” delilleri “yargı kolluğu” sıfatıyla toplamaktadır.
Bu problemi aşmanın yolu ise yargının yürütmeden bağımsız kalabilmesi ve delilleri de serbestçe takdir edebilmesidir.
Meselâ coğrafî anlamda ayrılıkçı bir örgüt için söz konusu olamayacak olan “merkezî hükümeti yıkma” hedefi, mevcut anayasal düzene karşı kurulmuş olan bir örgüt için açıkça vardır. Ve bu ikincisinde yargısal faaliyet, bir ölçüde, yürütme ve hatta yasama faaliyeti ile karışmaktadır.
6. Son soruya bakalım: “Ben mensubiyet açısından iyi niyetliyim, zira bu örgütün suç örgütüne dönüştüğünü bilmiyordum” diyene yargı ne diyecek?
Belli bir tarihten itibaren artık amaç değiştirdiği ve terör örgütüne dönüştüğü iddiası yargı tarafından kabul edilen eski hayır ve yardım örgütünün hayır ve yardım tarafına mensup olmayı sürdürmüş olanların, örgüt dönüşüm tarihinden sonraki mensubiyetleri için de “biz sizin bildiğinizi bilmiyorduk” demeleri, aksi ispat edilmediği sürece onların masum olduğunu göstermeye yetmez mi?
Elbette yeter. Artar bile.
Evet, “kanunu bilmemek elbette mazeret değildir” ama burada suçlanabilmek için bilinmesi gereken tek şey kanunda “terör örgütü üyeliği” suçu diye bir suçun var olduğunu bilmek değildir. Bunu herkes bilir ve üstelik bildiğini de varsayımla ispat ederiz.
Sanığın üye olduğu yapının terör örgütü olduğunu bizzat ve iradî olarak “bildiğini” ise savcının ispat etmesi gerekir.
Bu bilme açısından varsayım asla yeterli değildir.
Dönemin başbakanının “orası artık bir terör örgütüdür, çıkın oradan” demiş olması yeterli değildir.
O başbakanın, siyaseten cumhurbaşkanını ve meclis başkanını belirleyebilen bir güce sahip olması ona bu yetkiyi vermez.
O başbakanın sonradan şeklen demokratik sistemin içinde kalarak cumhurbaşkanı olması ve hatta anayasayı değiştirerek “tek adam” olacak ya da olmuş olması ve yargıya “biz şu tarihte öğrenmiştik ve söylemiştik, dediğimiz tarihten itibaren artık suçludurlar” demesi hukuken değer ifade etmez.
Neredeyse bir buçuk senedir yazdıklarımızda işte bunu söylüyoruz.
Son iki yazımızda da bunu söyledik: Bir örgütün sonradan yapı ve amaç değiştirdiğini bir cumhurbaşkanının (ya da başbakanın) ve bir kısım siyasî dostlarının “haykırarak” söylemesine rağmen, bunu bir iddiadan ibaret görüp reddeden ve siyaseten muhalif hale geldiğini gördüğü o yapıya mensup olmayı sürdüren bir kişiye salt “bu mensubiyeti” gösteren deliller yardımıyla “bile bile terör örgütü mensubu” olmaktan ceza verilebilir mi?
Hukuken hayır.
Ama hukukçular siyasî etkilerle kriterleri değiştirir de hukuku devreden çıkarırsa cevap belli:
“Siyaseten evet”.
Bunun adı ise “siyaseten hüküm”dür ve tarihimizin yüzleşmek istemediğimiz kısmı olan “siyaseten katl”den farkı yoktur.
Tarih yazıyorsunuz ey yargıçlar… Doğru yazın!