Gençler üzerinde dünyada yapılan araştırmalar, gençlerin önceki nesillere göre daha mutsuz olduğunu söylüyor.
Bunun temel hak ve hürriyetleri baskılanması endişesinden ekonomik sebeplere kadar çok yönlü sebepleri var. Bununla birlikte sadece refah düzeyinin artmasıyla mutluluğun –belki başla bir ifadeyle iç huzurun- kesin olarak sağlanamadığını da gösteren başka araştırmalar, insanlığı gerçek manada huzursuz eden meselenin varlığın anlamıyla ilgili cevapsız kalan soruların doğurduğu manevî buhranlar olduğunu gösteriyor. Bediüzzaman’ın geçtiğimiz asırda dikkat çektiği, bugün tüm insanlığı kasıp kavuran manevî buhranlar…
Bu, aydınlanma olarak bilinen karanlık çöküşün hikâyesi. Son birkaç yüzyıldır, inkâr-ı uluhiyet fikrine yaslanan ve gücünü bilimsel gelişmelerden alan ideolojik yaklaşımların istilasına uğrayan insan ruhu, kendi varlığının özünü unutmuş, yaradılış gayesini yitirmiş durumda ve büyük bir boşluğun eşiğinde. Bu artık bütün insanlığı tehdit eder boyutlarda. Herkes berbat nesillerle ve kötü bir akıbetle karşı karşıya olduğumuzu söylüyor. Hiçbir ahlâkî değere sahip olmayan, hiçbir kurala uymak istemeyen, sadece kendi menfaatleri ve zevkleri doğrultusunda hayatını şekillendirmek isteyen, “hayatın her çeşit lezzetini tatmak ve tattırmak isteyen” anlayışların boyunduruğunda, heva ve heveslerinin köleliğine soyunmuş nesiller… Ne sosyal projeler, ne değişen eğitim müfredatları, ne kanunlar, ne de kadîm İlahî ikazlar… Hiçbiri işe yaramıyor, buhran arttıkça artıyor, nesiller bozuldukça bozuluyor.
Bu durum tam da epistemolojik kopuştan çöküşe geçen hâli ifade ediyor. Kaynağından koparılmış nesiller, tüm hâlleriyle, “hürriyetler” adı altında cebren sokuldukları bu duruma belli ki fiilen isyan ediyorlar. Yeni bir okuma biçimine, yeni bir yola ihtiyaç olduğu artık aşikar. Allah-insan-kâinat arasındaki bağı kopararak insanı en tehlikeli hayvana dönüştüren ve yeryüzündeki en mutsuz varlık yapan inkarcı yaklaşımlara karşı, koparılan bağları yeniden onaracak, manevî buhranlara son verecek, epistemolojik çöküşü durduracak bir yol...
Bu bağlamda da Bediüzzaman Said Nursî’nin iman esaslarının ispatı ile ilgili sunduğu yol ve kullandığı yöntemler imdadımıza yetişiyor. Kastamonu’da “Muallimlerimiz bize Allah’tan bahsetmiyorlar” diyen lise talebelerine “okuduğunuz fenleri dinleyin” diye cevap veren ve her bir fennin Allah’tan bahsettiğini ifade eden Bediüzzaman’ın mana-i harfî yaklaşımı ile kâinattaki işleyişi tevhid merkezli yeni bir paradigmaya dayandırması insanlığın acılarını nihayete erdirecek bir derinliği ifade ediyor. Risale-i Nurların tamamında karşılaştığımız, henüz aydınlanmacı aklın tanışamadığı bu hakikat; varlığının gayesini unutan, varlık sorgulaması içinde Yaratıcısını arayan, insan-kâinat-yaratıcı üçgenindeki bağını koparan modern çağ insanına yeniden kemalat yolculuğuna çıkma fırsatını sunuyor.
Bugün insanlığın ihtiyaç duyduğu yeni okuma biçimi ‘Kainat
Kitabı’nın keşfinde yatıyor. Bediüzzaman’ın kâinat kitabını bize yaratıcımızı tanıtan küllî muarrifler arasında sayması, bilim-din çatışmasına yaslanan inkarcı fikirlerin reddiyesi bakımından da son derece önemlidir. Bediüzzaman Said Nursî’nin “şimdiki dehşetli tahribata karşı bir hakikat-i Kur’âniye ve bir sedd-i âzamdır” ifadesiyle tanımladığı Ayetü’l-Kübra Risalesinde olduğu gibi, “Kâinattan Hâlık’ını soran bir seyyahın müşahedatı”yla, günümüz nesillerini tanıştırabilmek, kâinatı teşkil eden tüm parçaların bizimle birlikte yaradılış manzumesinin eşşiz bir mısraına ortak olduğumuzun şuuruna varabilmek “kâinat kitabı” üzerinden bir okumayla marifetullah yolculuklarına çıkabilmek “Gayet keremkârane bir ziyafetgâh ve gayet sanatkârane bir teşhirgâh ve gayet haşmetkârane bir ordugâh ve talimgâh ve gayet hayretkârane ve şevk-engizane bir seyrangâh ve temaşagâh ve gayet manidarane ve hikmet-perverane bir mütalaagâh” anlayışıyla dünyamıza bakabilmek…
Buradan başlamalı değil mi?