Esasında çektiğimiz sıkıntı, yokluk-yoksunlukların sebebi üzerimize farz olan içtimaî vazifelerimizi yerine getirmemek değil midir?
Akıl ve vicdan sahibiyiz. İnsanız, medeni varlıklarız.
Bunlar tabiî olarak bize birçok sorumluluklar yüklemektedir. Meselâ;
“Emr-i bil-ma’ruf, nehy-i a’nil-münker/ iyi, doğru, hakkı anlatmak, yanlış, batıl, kötülükten men etmek kesinlikle farz” değil midir? (Lokman Sûresi, 17)
Değil yalnız ehl-i hizmet, kardeşlerimiz, dindarlar, sair insanlar arasında bile adaletle hükmetmek, karar vermek farz” değil midir? (Nisa Sûresi, 135)
“Bir kötülüğü, bir yanlışı gördüğümüzde elimizle, dilimizle düzeltmekle mükellefiz. Bunlara gücümüz yetmezse kalbimizle buğz etmeliyiz.” Yani duygusal tepkimizi beden dili, mimik ve hareketlerimizle ortaya koymalıyız. (Müslim, İman, 78)
Haksızlık kime yapılırsa yapılsın, “İnsan medeni-i bittab olduğundan ebnâ-yı cinsinin hukukunu muhafazaya ve hakkını onlar içinde aramaya mükellef” değil miyiz? (Bediüzzaman, Münâzarât, s. 137)
Haksız “tarafa kalben bile taraftar olursak onun zulümlerini hoş görür, zulmüne şerik olur” gibi dehşetli bir duruma düşmez miyiz? (Bediüzzaman Said Nursî, Şuâlar, s. 184)
Şu hakikat karşısında nasıl duyarsız ve sessiz kalabiliriz ki:
“Nasıl ki, sen bir gemide veya bir hanede bulunsan, seninle beraber dokuz mâsum ile bir câni var. O gemiyi gark ve o haneyi ihrak etmeye çalışan bir adamın ne derece zulmettiğini bilirsin. Ve zalimliğini, semâvâta işittirecek derecede bağıracaksın. Hattâ birtek mâsum, dokuz câni olsa, yine o gemi hiçbir kanun-u adaletle batırılmaz.” (Bediüzzaman, Mektubat, s. 254)
Dolayısıyla hergün işlenen bu cinayet ve zulümleri, her gün “Semavata işittirecek derecede bağırmak”, bağırılmasını istemek ve tavsiye etmek insanî, vicdanî bir gerekliliktir, hatta farzdır.