Bir gün ne oldu; unutmuyorum.
Çocuğum... Belki okula da gitmiyorum. Gecekondu bir evleri var. Onlardayım. Çok yakındık zaten; özellikle ben sık giderdim. Oğluyla bir gün mü, birkaç gün arayla mı; yaşıtız. (Allah ona da, bu fakire de bu satırları okuyan sizlere de sağlıklı, hayırlı, hakikat yolunda uzun ömürler temennisiyle...) O zamanlar lavabo yok. -Var da; bizde yok. Servet Yenge’miz ikramı sever. Beyaz üzüm varmış; onu ikram edecek. Lavabo olarak kullandığımız, “çağ” dediğimiz... abdest alınan, bulaşık yıkanan, evin bir kenarındaki bölüm... İşte orada beraber üzüm yıkıyoruz. Derken bir salkım üzüm elinden kaydı, kara delikten uçup gitti. Kadıncağızda bir telâş, bir telâş... Ağlayacak! Sonuçta bir salkım üzüm... Bende de bir şaşkınlık... Meğer o sadece bir salkım üzüm değilmiş! Bunu o saat anladım.
Dökülen üzümler değil; ağzından {bana} dökülen kelimeler kafama, kalbime çakıldı kaldı: “Gördün mü ya; âyetler gitti” dedi. Âyetler mi? O da ne! Âyet dediğin Kur’ân’daki değil mi? Evet, öyle de; sadece onlar değilmiş. Yıllar, yıllar sonra Risale’den öğreneceğim ki: “Kur’ân kâinatı okuyor”muş. Üzüm de, çiçek de, rüzgâr da, ağaç da, böcek de âyetmiş yani O’nu anlatan işaretlermiş. Böylece kendimden başlayarak herbir şeye bakış(lar)ım değişecekmiş. Servet Yenge’nin o üzüm yıkama hikâyesi; her şeyde O’nun izini, yüzünü, görmemde bana sonsuz pencereler açacak olan Otuz Üç Pencerelere tohum olacakmış.
Bunu unutabilir misin?!
Âyet denince ben hep sadece Kur’ân’dakileri bilirken; bu kadın -farkında değil, ama- (Nerden biliyorsam farkında olmadığını; peşin hükmümü peşin peşin geri alayım!) bana öğretmenlik yapıyormuş. Öğretmek böyle şeyler olsa gerek... Bu derse daha sonraları ne okullarda rastladım ne de camilerde...) İşte şu ân bir çınar altındayım’ı yazıyorken sonbaharın habercisi bir yaprak yani âyet dalına veda eyledi. Düştü ve bir hışırtıyla rüzgâra kapılıp gitti. Üstümdeki çınarda kaç âyet mi var? Sen say; bulunduğun yerdeki bir ağacın yapraklarını, hey, şey... âyetlerini... say ya da oku! Oku bakalım; ne yazıyor o yaprakta.
Kitaptaki yaprak kelimesi de, defterdeki de bu “yaprak”tan gitme... Yaprak işte... Âyet... Üstünü oku! Üstüne yaz! Altını çize çöze oku bu kâinat kitabını. Ve bir âyet olarak oturup kalktığını hatırla da... kendini de oku; (ey bu satırları yazan ve okuyan!)
İşte bu kadın Hakk’a yürüdü. Ve ki ne çok merak ederdi oraları. Ne yapsak etsek kendini kendine beğendiremezdik. Ben kimim ki derdi. Dilenciye de, zengine de tavrı pek değişmezdi. O’nun büyük ve her yerde olduğunu her derde deva olduğunu bilirdi, nasıl bilir, nereden öğrendiyse! İyi ki üniversiteler bitirmemiş demesem olmaz. Bitirenlerin çoğunun nasıl bittiği ortada... Bütün dünyada bu böyle... Böylelerini görünce insanın diplomalarını yırtası geliyor. Okulların ve bu gibi yerlerin eğitim yani terbiye dışında her şeyi var. İnsan nedir, sorusuna cevap yok. İnsan canlı bir âyet de bunu kim diye... Kürsülerde gelgeç haberlerin yorumu hutbe niyetine... Âyetlerden bir demetle kürsüye, hutbeye çıkabilirsiniz. Elinize tutuşturulan, ama gönülleri tutuşturmayan o yorumsuz yorumların yerine bir demet âyet çiçeklerini okuyup yorumlayabilirsiniz. Hâlâ vaktiniz var. Âyetleri okumak, yorumlamak için orada iseniz eğer!
Servet Yenge’min beni ne kadar sevdiğini biliyorum. Herkes bana bir şeyler söylerken o bağrına basardı. Adı gibiydi. Cömertti. Gönlü genişti. Dedikoduyu, gıybeti sevmezdi. Hayata dolu dolu bakardı. Annemle, Cennette buluştular diye ümidim var.
Aleyhisselâtü vesselâm Efendimiz’in sohbetlerindedir diye hissediyorum. Çünkü ikisi de çok salâvat göndermişlerdi. Cenazede bulunmak kısmet olmadı. Bir yandan beni beklemiş bir yandan da: “Kölesi olduğum; -bu onun deyişlerinden- bu karda kışta gelmene de gönlüm razı olmazdı” diye de gelemeyişime kendisi mazeret bulmuştur.
Rahman ve Rahim’in sonsuz müsamahasını iyi biliyordu.
Makamı Cennet ola...