Evimiz, küçük bir dünyamız, küçük bir Cennetimiz.
Yani, hayatımızın büyük bir bölümünü geçirdiğimiz mekân. Böyle olmakla beraber ev, her şeyiyle, her zaman ve herkese dünya vüsatinde olamayabiliyor. Hususan erkeklere, hususan, erkeklerin yaşlılarına…
“Hayat Eve Sığar” lâfı, dünkü lâf. Sağlık tedbirleriyle alâkalı bir terim.
Gerçek, bundan öte bir durum.
“Dağ kuşu dağa, bağ kuşu bağa yakışır” atasözüyle ifade edilmeye çalışılan: Her canlının hayatını sürdürebileceği, ihtiyaçlarını giderebileceği, neslini devam ettirebileceği yegâne yerler, yuvalar olmakla beraber herkesin kendine mahsus işi gücü var. Fıtratlarının ve vazifelerinin icabı olarak erkeklerin hayatı dışarıda; hanımların hayat biçiminin de, yuvasının mimarı olmaları cihetiyle içeride, hânelerinde demektir.
Bir erkeğin başına boydak dışarıda olması düşünülemeyeceği gibi; bir hanımın da mütemadiyen evinde olması düşünülemez. Herkes hizmetini görmek, ihtiyacını karşılamak ya da bir dost ziyareti için gider, gelir; yuvasında oturur.
Bir de madalyonun arka tarafı var: Hayatını evine sığdıramayanlar! Yani, yaşlı erkekler.
Bu insanların birçoğu, bildim bileli parklarda bahçelerde, kahvehane köşesinde hayatına tat katacak bir şey arar durur. Çünkü eve sığmazlar. Yaşlıların bir parça seriütteessür oluşları hepimizce malûmdur. Alınırlar, üzülürler, kahrederler dünyaya.
Velhâsıl: Eve sığmazlar.
Bu vasıfta insanların bir seneden fazla bir zamandır evlerinden çıkamadıklarını veyahut çok sınırlı çıktıklarını bir düşünelim; ondan sonra birkaç ekmek ya da birkaç şeyler alma bahanesiyle evinden uzak çarşılara çıktığını; korkuluk demirlerine dayanıp, dalgın dalgın güvercinlere baktığını kusur gibi görelim.
Kim bilir hangi sebeple evinde uzaklara çıkıyor, kafasını hangi hüzün, hangi hülya mesken tutmuş; gözleriyse, güvercine bakıyor?
Kim bilir?
Bu şartlarda, hayat eve sığmadığı gibi; hayal de, eve sığmıyor. Bir de bunlar hayatını işle güçle, çalışmayla geçirmiş; hayata, hizmet etmiş kimselerse…
Pandemiden önceki zamanlarda, bir gün, Ankara’nın meşhur “Yirmi Yedi”sine, saffı evvel ağabeylerin mekânına gitmiştim. Müdavimler zevatından birçokları orada.
Lâtife yollu: “Maşaallah, mütekait ağabeyler, bitamamiha burada” diye, ortaya bir lâf attım. İçlerinden dönüp, bana; “Sen de bizden aşağı değilsin” cevabını verenler oldu. Onlar kadar değilsem de, o meclise yakışacak yaştaydım.
Şaka şamata, gülüşmeler…
Düşündüm: “Bu insanlar Nur Talebesi. Kahvehaneye gidemez, aylak aylak, güvercini seyretmez. İşte bunun için, bu mekânda oturuyorlar, kalkıyorlar; Nur-u Kur’ân sohbetiyle hayatlarına, hayat katıyorlar” dedim.
Ve…
Yere göğe sığmayan hayallerini, ötelere sığdırmaya çalışıyorlar.
Dırdırların olmadığı bu mübarek yerlerde…