Tam da içte “kanun nâmına kanunsuzluk”la haksızlığın ve hukuksuzluğun dehşetli bir suretle artmasıyla, yüz binlerin mağduriyetinin sürdüğü, adâlet ve hukukun çiğnendiği ve Türkiye’nin yanıbaşındaki Suriye’den Irak, İran, Yemen ve Libya’ya İslâm dünyası üzerinde küresel emperyal zâlimlerin işgal, zulüm ve hıyanet projelerinin tartışıldığı süreçte, Elazığ ve Malatya’dan Suriye ve Irak’a kadar onlarca ili ve geniş bir sahada sarsan 6.8 şiddetindeki deprem birçok yönüyle tartışılıyor.
Gerçek şu ki “maddi yönü”yle elbette uzmanların, fay hattının kırılmasını, kilometrelerce yer altında biriken enerji infilâkını, yüzlerce kilometrelik alandaki tahrik ve tetiklemeleri teknik boyutuyla “Türkiye’nin deprem gerçeği” çerçevesinde etraflı analizi yapılacak ve yapılması da lâzım.
Elbette, rant peşinde ve haksızca sakim zihniyetle ahlâkî aşınmayla malzemeden çalma, yolsuzluk, ihâle fesatları, inşaat sahtekârlıkları sonucu binaların çürüklüğüyle çöküşü sonucu mâsumların vefatı, yaralanması ve mallarının telef olmasının sebepleri araştırılacak. Ancak bunun yanısıra âyetlerin ve Peygamberimizin hadislerinin hükmüyle, mânevî çöküşün nazara verildiği musîbetlerdeki ibrete dikkat çekilmesiyle zelzelenin “mânevî ikaz” veçhesinin de mutlaka izâhı gerekiyor.
UMUMÎ MUSİBETE SEBEBİYET!
Öncelikle Bediüzzaman’ın zelzeleye dâir On Dördüncü Sözün Zeyli’nde Zilzal Sûresi’nin tefsirinde, “Öyle bir belâ ve musîbetten çekininiz ki, geldiği vakit yalnız zâlimlere mahsus kalmayıp, mâsumları da yakar” (Enfâl Sûresi, 25) âyetinin hakikatiyle musibete - felâkete mâruz kalan “mâsumların fâni hayatlarının bir bâki hayatı kazandıracak derecede, bir nevi şehâdet (şehitlik), fâni mallarının da onların hakkında sadaka olup bâki bir mal hükmüne geçer” hakikatini okutturuyor. (Sözler, 158-161)
Keza ”kâinatta tesâdüfe tesâdüf edilemeyeceği” hakikatiyle, vatan, millet ve İslâmiyet aleyhindeki zulüm, kumpası ve plânları karşısında şuur kalınmasıyla en çok “gadab-ı İlâhî”nin “hiddeti”nden korkan Bediüzzaman’ın, “hava ile zeminin, zelzele ve fırtına ile gadab-ı ilâhîyi haber vermek nevinden hiddet ettikleri” ve “âdetâ muhalif bir vaziyet gösterdikleri” zamanlarda, “mânevî fırtınaya alâmet olarak hissedilen hâdiseler”e karşı zemin yüzündeki hâdislerin anlamını bildiriyor. (Emirdağ Lâhikası, 310)
Yine “kışın şiddetli soğuğuyla beraber bîçârelere gelen felâketler, helâketler, sefâletler, açlıklar şiddetle rikkatime (acıma hissime) dokundu” ifâdesiyle, başta deprem olmak üzere bu tür musibetlerde “şefkatli bir endişe”den hareketle, musibetteki “manevî veçhesi”ni sözkonusu ediyor.
Ve elbette “fırtına, zelzele, vebâ gibi hâdiselerin perdeleri altında gizlenen” ve zelzeleye mâruz kalan “mâsumların fânî malları, onların hakkında sadaka olup, bâkî bir mâl hükmüne geçtiği gibi, fânî hayatları dahi bâki bir hayatı kazandıracak derecede, bir nevi şehâdet (şehitlik) hükmüne geçip”, musibetin geçici meşakkat ve sıkıntısına karşı “büyük ve daimî kazanç ve mükâfat kazandıran “musîbetteki gazap ve hiddet içindeki rahmet cilvesiyle teselli ciheti”nin görülmesi gerekiyor. (Sözler, 159)
Bazı şahısların hatâsından gelen musîbetin memlekette umumî şekle girmesinin “mânevî sırrı”nı izâhında “Umumî musîbet ekseriyetin hatâsından ileri gelmesi cihetiyle, ekser nâsın (insanların) o zâlim eşhâsın (şahısların) harekâtına fiilen veya iltizâmen (gerekli görerek) veya iltihâken (katılarak) taraftar olmasıyla, mânen iştirak eder, musîbet-i âmmeye (umumî musîbete) sebebiyet verir” beyânının tahakkuku oluyor.
“MÂNEVİ FAY KIRILMASI…”
Bundandır ki, mâsum insanları, yaşlıları, kadınları, çocukları, bebekleri hunharca katleden terörü musallatla ateşe veren zâlimlere “en ufak bir meyil”lerine, hatta küresel işgalci ve istilâcı emperyal zâlimlerin ve taşeronları maşalarının gaddarâne zulüm ve vahşetlerine, tefrika fitnesini tahrik eden, Müslümanları birbirine kırdıran “menhus küresel egemenlik ve çıkar projeleri”ne gereken tepkinin verilmemesindeki esas “mânevî fay kırılması”nın üzerinde durulması gerekiyor.
Peygamberimizin “Kim bir kötülük görürse, onu eliyle değiştirsin. Şayet eliyle değiştirmeye gücü yetmezse, diliyle değiştirsin. Diliyle değiştirmeye de gücü yetmezse, kalbiyle düzeltme cihetine gitsin ki bu imanın en zayıf derecesidir (Müslim, İman 78”) ikazıyla, kalben dahi takbih edilmemesiyle; dahası bazen “haklı”, bazen “gerekli”, bazen “nemelâzımcılık”la ve “bana dokunmayan bin yaşasın” nefsanî hissiyle ilgisiz kalınmasıyla, ifsat, bozgunculuk, zulüm ve haksızlıklara bigâne ve “sessiz” kalınmasıyla, fiilen olmazsa da “iltizamen” destekle ve “çok fazla fenâ telakki” edilmememesiyle mânen meydana gelen “umumî hatâ”nın tesbit ve tahliliyle tezâhür eden mânâ büyük ehemmiyet taşıyor.
Evvela, bu mânevî ders okunmalı…