İslâm dünyasının “Iraklaştırılma” ve “Lübnanlaştırılma”yla etnik ve mezhebi ayırımlar üzerinden bölünüp parçalanmaya değil, demokrasiye, hukuka, insan hak ve hürriyetlerinin inşasına ihtiyacı vardır.
Esas olan herkesin kanun ve kurallar önünde eşit olduğu “demokrtatik vatandaşlık” olmalıdır. Zira kimlikler üzerinden demokrasi örülemez. Aksi halde devletin ve bürokrasinin liyakata, ehline göre değil de ırklara, mezheplere, dile göre taksimi peşinen tefrika fitnesini ateşler. Bütünleşmeye değil ayrışmaya, tefrikaya, çöküşe teşne hale getirir.
Yapılan bir araştırmada etnik unsurlara göre devletlerin kurulması halinde dünyada beş bin, dile göre kurulmlası halinde beş bin 500 devletin kurulacak olması vahameti ele veriyor.
Bunun içindir ki Bediüzzaman, “Sizi taife taife, millet millet, kabile kabile yarattım, tâ birbirinizi tanımalısınız ve birbirinizdeki hayat-ı içtimaiyeye ait münasebetlerinizi bilesiniz, birbirinize muâvenet edesiniz. Yoksa sizi kabile kabile yaptım ki, yekdiğerinize karşı inkârla yabanî bakasınız, husûmet ve adâvet edesiniz değildir” (Hucurat Sûresi: 13) âyetinin hükmünün, farklı ırk, kabile ve dillerin mânâsının düşmanlık değil, “teârüf (birbirini tanıma) ve teâvün (yardımlaşma)” olduğunu tefsir eder.
“KİMLİK” DEĞİL, “VATANDAŞLIK ESASI”
Yine bu mânâyla İlâhî ve Peygamberi emirlerle çağımızın büyük İslâm âlimi ve Kur’ân müfessiri Bediüzzaman, Peygamberimizin Medine’de Hıristiyanlar ve Yahudilerle bir nevi “vatandaşlık anlaşması” olan “Medine sözleşmesi”nin yanısıra müşriklerle bile bir nevi “vatandaşlık sözleşmesi” imzaladığına dikkat çeker.
Başta Benû Damre, Benû Gıfar, Cüheyne, Benû Zür’a ve Ben’r-Rab’a kabileleri olmak üzere müşrik Arap kabilelerle “Müslümanlarla aynı haklara sahip ve aynı vazifelerle mükellef olup Müslümanlar gibi sayılacaklardır. Onların malları ve canları emniyette olacaktır. Peygamber, onları yardıma çağırsa onlar Onun dâvetine icâbet etmekle mükelleftirler. Ve zâlimane tecâvüz vukuunda onlara yardım edilecektir. Ve Peygambere yardım etmek onların üzerlerine bir vazifedir. Bu antlaşma denizde bir sufeyi (bir tüy veya kabuğu) ıslatacak su kalıncaya kadar (kıyamete kadar) devam edecektir” muhtevalı antlaşmalar da “vatandaşlık” esası” üzerine kurulu sistemi nazara verir.
Bu hususu “Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâmın, Arap müşriklerinden muahit (sözleşmeli, antlaşmalı) ve halifleri (yeminli sözleşenleri, anlaşanları) vardı, beraber kavgaya (savaşa) giderlerdi” diye belirtir. (Münâzarât,170.)
Aksi halde fitnenin, “bizde (Osmanlıda), iptida-yı hürriyette (hürriyetin başında)” ve bir firavun zamanında “Babil Kalesi’nin harabiyeti”yle “tebelbül-ü akvam” (muhtelif kavimlerin kısımlara parçalanarak birbirlerinin dillerini anlamamaları”yla tâbir edilen teşâ’ub-u akvam (kavimlere, kabilelere göre ayrılmaları” ve o teşâub sebiyle dağılmaları olarak vahametine dikkat çeker, (Mektubat, 311)
MİLLETİN VE VATANIN BİRLİĞİ VE BÜTÜNLÜĞÜ DERSİ…
Ve bunun içindir ki hayatının başından sonuna kadar her vesileyle vatanın ve milletin bölünmesini reddeden Bediüzzaman, Meşrûtiyet yıllarında gazetelerde neşrettiği makalelerden Şark’ta aşiretlere verdiği ve “Münâzarât” adlı eserinde topladığı “Meşrûtiyet ve hürriyet dersleri”ne, İstanbul’daki hitap ve nutuklarından mahkeme müdafaalarından telif ettiği Risalelere ve Lâhika mektuplarına kadar bütün beyânlarında ve yazılarında vatanın ve milletin birliğini ders verir.
Türkiye’nin, İslâm dünyasının ve insanlığın bu derse ihtiyacı vardır…