Ben kimim? Milyarlarca yıl önce bir su damlasında oluşmuş bir hücrenin, milyarlarca kez mutasyona uğrayarak, tesadüflerin kör labirentinden geçip bugüne ulaşmış, rastgele evrilmiş bir canlı mıyım?
Ben kimim?
Düşünen bir hayvan mıyım? Et, kemik ve kandan ibaret… Aç kalınca öfkelenen, sevilince mutlu olan, ölünce toprağa karışan, çürüyüp giden bir organizma mıyım?
Ben kimim?
Yoksa ileri zekâlı başka varlıkların kurduğu bir simülasyonda, sıra dışı bir yazılım, algoritmaya hapsolmuş bir varlık mıyım? Kodlanmış bir benliğin iradesiz bir enerji parçası mıyım?
İnsanın değerini en dibe düşürecek ucuz tanımlarla tarif etmeye çalışmak, çağımızın zihin karmaşasına dönüşmüş durumda. Peki bu değersizleştirme çabaları gerçekten bilimin gözlem ve verilerine mi dayanıyor, yoksa belli bir amaca hizmet eden kurgusal teoriler mi?
Kendisini değersiz, gayesiz ve başıboş sanan insan; zamanla hayatını yalnızca zevk ve menfaat uğruna tüketmeye başlar ve böylece esfel-i sâfilîn (aşağıların en aşağısı) derekesine doğru sürüklenir. Oysa insan, ahsen-i takvim (en güzel şekilde) yaratılmıştır ve a’lâ-yı illiyyîn'e (en yüksek makam) yükselebilecek bir kıymettedir. Bu yüce gaye doğrultusunda yaşamalı, asla kendini sahipsiz ve başıboş zannetmemelidir.
Bediüzzaman Hazretleri, insanın mahiyet ve vazifesini şöyle tarif eder:
•insan şu kâinat ağacının en son ve en cemiyetli meyvesi,
•Ve hakikat-ı Muhammediye Aleyhissalâtü Vesselâm cihetiyle çekirdek-i aslîsi,
•Ve kâinat Kur’ân’ının ayet-i kübrası,
•Ve İsm-i Âzamı taşıyan ayetü’l-kürsîsi,
•Ve kâinat sarayının en mükerrem misafiri,
•Ve o saraydaki sair sekenelerde tasarrufa mezun en faal memuru,
•Ve kâinat şehrinin zemin mahallesinin bahçesinde ve tarlasında, varidat ve sarfiyatına ve zer’ ve ekilmesine nezarete memur,
•Ve yüzer fenler ve binler san’atlarla teçhiz edilmiş en gürültülü ve mes’uliyetli nâzırı,
•Ve kâinat ülkesinin arz memleketinde, Padişah-ı Ezel ve Ebedin gayet dikkat altında bir müfettişi, bir nevi halife-i arzı...1
Ve işte böyle devam eden muazzam bir tarif…
Bediüzzaman Hazretleri Kur'an ışığında insanı âlemin en kıymetli meyvesi, en şerefli misafiri, kudret ve hikmetin en güzel aynası gibi sıfatlarla tarif ediliyor. Dinsiz felsefe ise, tesadüflerin oyuncağı, başıboş bir madde yığını, hayvandan evrilen, ya da sanal bir program olan gayesiz bir varlık gibi gösteren aşağılayıcı yaklaşımla anlatmaya çalışır.
İnsana layık olan hangisi? Tesadüflerin maskarası mı, yoksa kâinatın merkezinde hikmetle yaratılmış bir hilkat harikası mı?..
Bu iki tasvir arasındaki fark, sadece bir bakış açısı meselesi değildir. Bu fark, insanın ya bir hiçlik karanlığına sürüklenmesi ya da sonsuzlukla taçlanması arasındaki uçurumu ifade eder.
Eğer insan, kendisini sadece zevk ve menfaat peşinde koşan bir varlık olarak görürse; dünyası daralır, amacı çöker, kalbi bulanır. Ama kendini bir emanetin taşıyıcısı, yaratılışın zirvesi ve ebedî bir yolcu olarak görürse; hem hayatına yön verir hem de içinde bulunduğu topluma ışık olur.
Bu bakımdan, Risale-i Nur’un yaptığı bu tanım sadece bir tarif değil, bir davettir. İnsana kendi özünü hatırlatma, asıl kimliğine çağırma davetidir.
Zira insan, kendini tanıdığı ölçüde Rabbini tanır; Rabbini tanıdığı ölçüde de varlığı, hayatı ve ölümü anlamlandırır.
Ve bu tanımanın kapısı da işte o ilk sorudadır:
“Ben kimim?”
Dipnot:
1- Risale-i Nur Külliyatı, Asâ-yı Mûsa, Yedinci Mes'ele