Saltanat idaresinde bile padişahın halkın içinde ve halka yakın olması beklenir.
Yani tek başınıza devlete sahip bile olsanız halkınız huzurlu değilse sizde huzurlu olamazsınız. Halkın maddî ve manevî saadetini sağlamaya bir mecburiyet hissedersiniz. Halkın ahvalinden uzak olan padişahların devlet idaresinde sorunlar yaşadığı tarihi bir gerçekliktir.
Saltanat sahibi padişahlar bile halktan uzak olmanın verdiği sıkıntıları fark ediyorsa demokrasilerde seçimle gelmiş olan idarecilerin bunu fark etmemesi mümkün değildir. Belki saltanat idaresinde padişahın yerinde mahpus gibi oturması bir derece anlaşılabilir. Ancak demokrasilerde bu kabul edilemez bir durumdur. Belirli bir süreliğine yönetim yetkisini istediği idarecilere veren halk bu yetkinin nasıl kullanıldığını gözetleyen ve denetleyendir. Kendi lehinde icraatlar ve faaliyetler yapıldığını göremez ve kendinden uzaklaşıldığını hissederse bir daha yetki vermeyecektir.
Saltanat dönemini de yaşayan Bediüzzaman, bütün yönetimler için istibdadın nasıl bir mahiyet arz ettiğini izah etmiştir. “İşte mâhiyet-i istibdadın timsâli budur. Zira, sâbıkta, Padişah kendi yerinde mahpus gibi oturuyordu, bîçare milletin hâlini anlamıyordu yahut zaaf-ı kalb ve kuvvet-i vehim ile anlamak istemiyordu, yahut mütehevvisâne ve mütekeyyifâne ve mütekalkıl tabiatı anlattırmaya müsâit değildi. İşte hükûmetteki istibdada, her şeyde ki istibdadı kıyas ediniz. Hatta, taklidi tevlit eden ilmin istibdadı dahi böyledir.”(Münâzarât) Hakikati göstermektedir ki halkın hissiyatından uzaklaşan, milletin halini anlamayan, heves ve keyifle hareket eden, vehimli ve şüpheci davranan idareciler istibdadı yaşayan ve yaşatanlardır. Yerinde mahpus gibi oturmak demokrasiyle değil, ancak istibdatla açıklanabilir.