Yarış(tır)ma yöntemi, pekçok alanda kendini gösteren bir metod. Kısa vadede kısa çözümler için, ya da tekerleği anlık iteklemek için işe yarasa da, uzun vadede çok fazla mahzurları olduğunu düşünüyorum.
Bu metodu hayatımızın her alanında görmemiz mümkün. İş yerinde, (ayın elemanı, firmaya en fazla müşteri kazandıran eleman vs..) okulda, tv programlarında... Kısacası hayatın her alanında yarışmalar var. Bazı kabiliyetler kendi kendine meyillidir zaten. Kimse bir şey demese bile onu geçeyim, daha fazla çalışayım da şu arkamda kalsın gibi kendi içlerinden kendilerini motive ederler. Ya da bir hedef koyup o hedefe ulaşırken, etrafındaki insanlara neler yaşattıklarına pek odaklanmazlar. Aslında yarışmanın kökeninde de bu vardır. Odak noktasına ‘kazanım’ değil, ‘birinci olmak’ oturtulmuştur. Ya da bir ödül var ise, o ödüle sahip olmak.. Bir müsabaka alanı var ise ortada, birisi birinci olacak, ‘başaracak’, diğerleri başaramamış, becerememiş sayılacak.
Daha küçücük yaşta anaokuluna başlar başlamaz, bu yarışma, diğerini geçme, (hatta yer yer ezme) kültürü, küçük oyunlar yoluyla işlenmeye başlar. İlkokul 1, okumaya ilk önce kim başlayacak yarışı.. Sonra kim daha fazla kelime okuyacak, kim daha fazla kitap okuyacak.. Gelecek yıllar ve lise, kim daha fazla soru çözecek, daha fazla net yapacak, denemelerde kim birinci olacak.. Üniversitede kim alta ders bırakmadan erkenden mezun olacak, kim tezini ilk önce bitirecek..
Bu şekil ile örülen hayatın devamının, sevgi saygı çerçevesinde, insan haklarına saygılı, duyguları önemseyen, başarmak için kimsenin ezilmesi gerektiğine inanmayan, demokrat bireylerden oluşan bir toplum olduğunu söylesem bana gülersiniz. Çünkü bu denklem, böyle bir sonucu vermez.
Aksine, bu alanlar haricindeki yerlerde de bu seyrin yayıldığı, genişlediği ve toplumun kılcallarına işlediği sonucunu verir. Bunu nereden anlıyoruz? Herkesin hızlı hızlı bir yerlere koşturmasından.. İnsanlar yarışa yarışa (ya da yarıştırıla yarıştırıla desem daha doğru) kendilerine has akış hızlarını artırarak büyüyorlar. Sakin fıtratta yaratılan birini, yarıştırma yoluyla kendi mecrasından yavaş yavaş çıkararak daha hızlı hareket etmesini sağlayabiliyorsunuz. Ama fıtratı öyle yaratılmadığı için, kendi içinde sebebini bilmediği huzursuzluklar yaşıyor ve bu da öfke potansiyelinin artmasına sebep oluyor.
Normal hayatımız hep bu yarışma, ilerleme, öne geçme kültürünün etkisinde. Markete gidiyorsun, benim aldıklarım az hemen işimi görüp gidebilir miyim deyip sıra istiyor. Doktora gidiyorsunuz, birisi onca sıra bekleyen hastanın ortasından geçerek, pat diye içeriye girip işini görüyor ve çıkıyor. Trafikte daha sarı ışıktayken arkadan korna sesleri gelmeye başlıyor. Herkesin acelesi var, herkesin acil işleri var, herkes hep bir yerlere yetişmek zorunda. Ve herkes çok gergin. Burnundan soluyor. Herkes bütün öfke potansiyelinin tamamını doldurmuş da bardağı taşıran o küçücük damlayı bekliyor gibi.. Ama bunu içinde yaşadığımız bu atmosferdeyken anlamıyorsunuz. Anca dışarıya çıkıp farklı bir ülkede -özellikle de bir Avrupa ülkesinde- yaşarsanız anlayabiliyorsunuz.
Bir arkadaşım Hollanda’ya yerleşti. Ona nasıl bir ülke orası diye sorduğumda, bana söylediği ilk şey, ‘hiç kimsenin acelesi yok’ oldu. Herkes rahat, telaşsız, panik, stres yok, markette saatlerce beklese gideyim geç kaldım demiyor. Trafikte beklese korna çalayım da ilerlesin demiyor. Herkesin üzerinde bir sükûn hali var dedi. Bunun sebeplerinden birinin sosyoekonomik refah durumu olduğunu söyleyebilirim belki ama, bunun kültür ve yapı olarak insanların karakterlerine yansımış olması, elbette öne geçen politikaların eseridir.
Olması gereken normal akışta, bizdeki gibi dikey bir yükselme değil, yatay, mahruti bir yerleşme olmalıdır. Ulaşılacak hedef en yüksekte bir tane değil, belli bir yatay çizgide, her yerde olursa, hiçbir kabiliyet ezilmeden, örselenmeden amacına ulaşabilir.
Her fıtratın belli bir akış hızı ve becerebildiği işler vardır çünkü. Yaratılan uzuvlar, kendi mecrasında işledikleri zaman, nasıl mutlu oluyorsa, insan da kendini bulduğu, özgürce ortaya koyabildiği bir ortamda, çok daha mutlu ve verimli olacaktır.
İnsanları yarışma ortamının tirbülansına sokarak müessesenin (işletme, okul, şirket vs.) anlık faydalarını hedeflemek yerine, daha geniş ve uzun hedeflerle bireyin mutluluğu esas tutulmalıdır. Çünkü birey kendini hür ve mutlu hissederse, bulunduğu kurumu zaten yükseltir.
Yeter ki fıtratı örselenmemiş olsun.