Bir zamanlar insanlar birer tesbih tanesi gibi “halka” kurmuş, bir dost meclisinde oturuyorlardı. Muhteris bir ses, içlerinden ileri gelen birisine fısıldadı: “Yönet!”
Bu nazik adam sese uydu ve minderini “kabalaştırdı.” Kaba mindere oturmak hakkı bundan böyle yalnızca kendisinindi.
Kaba minderin modası kısa sürede geçti ve yükselme arzusu modernlikle birleşti: İsmine taht denilen bir koltuk icat edildi.
Koltuğun icadıyla, koltukta oturan er kişinin sözü itibar buldu. Kerametin koltukta olduğunu gören her güç sahibi, zamanla koltuğu kapmaya çalışmak yerine, kendi koltuğunu yapmaya başladı. Bunu gören birinci koltuğun sahibi, kapı kapı dolaşıp, sahici koltuğun kendisinde olduğunu, diğer koltukların “şeytan icadı” olduğunu söylese de halkın gözü koltuktaydı.
Gün geldi ve o eski nazik adam diğer koltuk sahiplerini yanına çağırdı. Koltuğunu alan geldi, karşılıklı oturdular. Sonra içlerinden birisi “ortası çok boş kaldı” deyince ortalarına bir şey koydular ve bu yeni düzenin adına “masa” dediler.
Masanın hikayesini bizim yorumumuzla okudunuz. Bu hikaye aynı zamanda bir “masaya oturma” hikayesi de. Tarif ettiğimiz masa, eski nesil bir masa. Şimdilerde ise yeni masalar ve yeni usûller gündemde.
“Masaya oturmak” deyimini hepimiz biliriz. Bir problemi çözmek için tarafların bir araya gelmesini ve müzakare sürecini bu deyimle tarif ediyoruz. Ancak müzakere kültürü gelişmiş toplumlarda masaya oturmak, masaya oturanların tamamının kazandığı bir eylemken, bu kültüre sahip olmayan toplumlarda ise masaya oturulduğunda, masanın kazanan ve kaybeden tarafı olur.
Masaya oturmak deyiminin bizim kültürümüzdeki çağrışımı da ne yazık ki kazanmak ve kaybetmek üzerine. Mesela “cephede kazanıp masada kaybettiğimiz” savaşları tarih derslerinde hepimiz dinlemişizdir.
Yine kültürümüzdeki masa oyunları alışkanlığından olmalı ki “üçlü, altılı, yedili” gibi sıfatlar ile masa kelimesi yan yana geldiğinde, hemen birilerinin aklına kazanmak ve kaybetmek gelir.
Bize kıyasen Avrupa’nın müzakere kültürü çok daha ileride. Bunun en güzel örneği ise şimdilik Avrupa Birliği. Avrupa’lı için, müzakerenin icrası kadar semboller de önemli. Mesela, AB ambleminde görünmez bir daire oluşturan ve yuvarlak bir masaya benzeyen on iki yıldız var. Bu yıldızlardan her birisi diğerine eşit mesafede ve bütün yıldızlar dik duruyor. Böylece eşitlerin masasında kazanan ya da kaybeden olmayıp, masanın kendisi kazanıyor.
Masanın kültürümüzdeki negatif çağrışımları ortadayken, yeni bir masa kurup, masadaki herkesin ve dolayısıyla toplumun kazanacağına toplumu ikna etmek zor, fakat oldukça kıymetli…
Masaya oturacak olanlardan, köhne ve eskimiş bir masaya oturup, masanın kısa ayağının altına “kağıt sıkıştırıp”, sallantıyı durdurmak gibi geçici çözümler üretmesini beklemiyoruz.
İstediğimiz, mahir marangozlar eliyle imal edilecek olan, “güçlendirilmiş”, “yerli fakat Avrupai” ve “oturanların koltuklarını kabartmayan” yeni nesil bir masa.
“Masa da masaymış ha” dedirtecek bir masa!