Yeni Osmanlılar Cemiyetinin mensupları, her ne kadar o zamanın “resmî görüş”ü tarafından “âsiler” şeklinde görülmüş ise de, aslında ekseriyetle bilgili, kültürlü, inançlı, cesur ve basiret sahibi münevverlerden müteşekkildi.
(Meselâ, yine Üstad Bediüzzaman’ın tâbiriyle, bunlar istikbâlde (1923-50) gelecek daha şiddetli istibdadı hissedecek kadar dâhi ve basiretli şahsiyetler idi.)
İşte, bu basiretli münevverler, Osmanlı Devletinin, bilhassa dayanmış olduğu saltanat (imparatorluk) sisteminin artık ömrünü tamamlamak üzere olduğunu önceden sezdi, gördü, keşfetti...
Bunlar, hamiyetli oldukları için de, henüz bir çöküş, bir inkıraz yaşanmadan evvel, ciddî bir arayışın içine girdiler. Arayıp buldukları çare ise, hürriyet içindeki meşrûtiyet sistemi idi.
Evet, onlar işte böyle bir nizamın tesisine vargücüyle çalıştılar ve bu yüzden de çok ağır bedeller ödediler: Hapis, sansür, sürgün, zindan, vesâire...
***
Yeni Osmanlılar (Jön Türkler) zamanla maksatlarına kısmen de olsa kavuştular. 1876’da hem I. Meşrûtiyetin ilân edilmesine, hem Kànun-u Esasî’nin (Anayasa) yürürlüğe girmesine muvaffak oldular. Bu anayasayı hazırlayanların başında hürriyet kahramanı Namık Kemâl gelir.
Bazı iç ve dış sebepler yüzünden kesintiye uğrayan bu hayırlı hareket, nihayet 1908’de yeniden dirildi. O tarihte hürriyet ve meşrûtiyet yeniden ilân edildi.
İşte, tam bu safhada Yeni Osmanlılar (Jön Türkler) iki kısma, yani iki fırkaya (partiye) ayrıldılar: İttihatçılar ve Ahrarlar.
İttihatçılar, daha ziyade komitacılıkla iş gördüler ve ele geçirdikleri devletin kuvvetini milleti sindirme yolunda istimal ettiler.
Ahrarlar ise, siyaseten İttihatçıların zıddıydı ve o zamanların (1908’den sonra) anamuhalefet cephesini teşkil ediyordu. Onlar, devletin kuvvetini milletin hizmetine sunma plan ve projesiyle meşgul iken, her fırsatta komitacıların saldırısına uğradılar ve nihayet Birinci Dünya Savaşı’ndan evvel siyaseten büyük ölçüde sindirildiler.
***
1946’da Demokrat Parti’nin siyaset sahnesine çıkışını Ahrarların dirilişi olarak gören Üstad Bediüzzaman (Beyanat ve Tenvirler: 202), 1960’tan sonrası için de, bu siyasî hareketin önündeki ciddî tehlikelere mektuplarında dikkat çekme ihtiyacını duydu. (Emirdağ Lâhikası: 426 vd.)
Meşrûtiyet zamanında olduğu gibi, cumhuriyet dönemi itibariyle 1960’ta, 1971’de ve 1980’de de sarsıcı darbelere mâruz kalan bu Ahrar-Demokrat hareket, şimdilerde yeniden dirilme ve toparlanma sürecine girmiş bulunuyor.
***
Türkiye’nin çok partili sisteme geçtiği 1940’lı yılların ikinci yarısında kurulan ve siyaset sahnesinde boy göstermeye başlayan Demokrat Partiyi Meşrûtiyet devrindeki Ahrar Fırkası ile irtibatlandırarak, her iki partiye olan desteğini beyan eden Bediüzzaman Said Nursî’nin bu yaklaşım tarzından anlıyoruz ki:
Bir: Destek verdiği partide kök ve asâlet bağına önem vermiş.
İki: Otuz beş senelik kesintiye (1915-1950) rağmen, bu iki parti arasındaki fikir ve kadro münasebetini göstermek ve benzerliklerini nazara vermek istemiştir.
Üç: Kök ve asâlet sahibi olmayan nevzuhûr hareketlere iltifat etmediğini ve itibar göstermediğini, fikren ve fiilen ortaya koymuştur.
Bir mektubunda DP’nin kongresinden “Ankara’da dindar Ahrarların kongresi” diye söz eden (Emirdağ Lâhikası: 426) Üstad Bediüzzaman, bir başka mektubunda ise, bu iki siyasî hareket arasındaki çok yönlü münasebeti şu sözleriyle beyan ediyor: “Otuz beş senedir ki siyaseti bırakmıştım ve Nurculara da ‘Bırakınız!’ diyordum. Sebebi, siyaset ihlâsı kırar. Fakat şimdi hissettim ki, bazı münafıklar, dindarları perde yapıp dini siyasete âlet; sonra da siyaseti dinsizliğe âlet etmeye çalıştıklarından, sâfdil dindarların hatırı için bir-iki defa siyasete baktım... (Beyanat ve Tenvirler: 202)