Âhirzaman, bir yönüyle türlü çatışmaların amansız şekilde yaşandığı son dönemin, yahut âhir devrin adıdır.
Dehşetli âhirzamanın en dehşetli yönü ise, bilinen zıtların çatışmasından ziyade, aynı aidiyeti taşıyanların zıtlaşarak çatışması, yahut çatıştırılmasıdır.
Bir başka ifade ile, birbirinin aynı gibi olanların farklı dünya görüşlerine ayrıştırılmaya çalışılmasıdır. Yani, daha evvel birbiriyle bahtiyarlık hâli içinde yaşayanların, gitgide kendi aralarında uyumsuz, geçimsiz ve bedbaht bir hâle gelmesidir.
Şimdi, bu acı gerçeğin Türkler, Kürtler, Araplar ve dindar Müslümanlar cihetinden birkaç misâlini vermeye çalışalım.
*
Zamanımızda, ırkçılık manasında Türkçülük yapanların, hakiki Türkleri bile birbiriyle geçinemez hâle getirmesi, sözünü ettiğimiz âhirzaman fitnesinin en açık bir göstergesidir.
Evet, hiç şüphe yok ki, Türklerin düşmanını çoğaltanların başında, hakiki Türk olmayan Türkçüler geliyor. Bunlar yıllarca “Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur” diyerek, diğer bütün unsurları Müslüman Türklere düşman etme stratejisini güttüler.
O meş’um sözü duyan diğer etnisite mensuplarının bir kısmı reaksiyoner bir tavırla “Madem öyle, o halde böyle” yanlışına sürüklendiler. Oysa, bir yanlışa bir başka yanlışla karşılık verilmez ve verilmemeliydi.
Zaman içinde, İslâmdan önceki Türkleri daha aziz, daha değerli gösterme çabası devleti yönetenlerin de ajandasına girerek, adeta “İslâmdan önce Türkler ile İslâmdan sonra Türkler” ayrımcılığı körüklenmiş oldu.
Şu husus hiçbir zaman unutulmamalıdır ki, Türk olmayan Müslümanların Türklere olan sevgisi, saygısı ve göstermiş oldukları yüksek itibar, Türklerin Müslümanlığa olan hizmetleri, hürmetleri ve bağlılıkları dolayısıyladır.
*
Türklerden sonra Araplar ve Kürtlerin de mutlak ekseriyeti Müslümandır. Aynı şekilde itibarları da İslâm dinine olan mensubiyetleri sebebiyledir.
Âhirzamanın fitne-fesat şebekesi, bu iki İslâm unsurunu da kendi içlerinden vurmaya çalıştı. Meselâ, Baasçılık diye bir nevi “Arap sosyalizmi” yaygınlaştırılarak, aralarında bir yabanileşme, özünden koparma ve birbiriyle uyuşamaz duruma düşürme stratejisi uygulandı.
İşte bu mel’un strateji sayesindedir ki, koca Arap dünyası bir avuç İsrail ile baş edemiyor ve başa çıkamıyor. Hatta bir kısmı İsrail ile müttefik olabiliyor.
*
Müslüman Kürtleri durumu ise, ayrı bir fecaat. Mazileriyle, an’aneleriyle, dinî ve kudsî değerleri hiç ülfet ve münasebet peyda etmeyen bir anarşizm ile sözüm ona bir “Kürt milliyetçiliği” ihdas ettiler. Onları ayrıştırdılar ve birbirine düşürdüler. Bir yandan silahlı örgüt faaliyeti ile oluk oluk kan dökülmeye çalışılırken, bir yandan da aşirete dayalı korucular ve dindar görünümlü taşeron örgütlerle o kan deryası daha da genişletilmeye çalışıldı.
Neticede, Kürd’e en çok zarar veren, yine başka bir Kürt yapılanması oluyor. Demek ki, o yol batıl, battal ve sahiden çıkmaz bir yol.
*
Farklı etnisiteden Müslüman unsurların kendi aralarında çatıştırılması gibi, aynı unsurdan, aynı mezhepten, hatta aynı cami cemaatinden olanlar bile yer yer birbirine düşürülerek düşman kardeşler haline getirilerek çatıştırıldı. Üstelik, dindar görünümlü yöneticilerin eliyle, diliyle, marifetiyle….
Bu hâl, büyük hicrân ve ızdırap veren bir vaziyet aldı. Bundan kurtulmak zor olsa da, imkânsız değil. İşte, bu dehşetli halden kurtulmanın bir çaresi olarak, Hz. Bediüzzaman’ın tesirli bir tavsiyesi: Ey ehl-i hak! Ey hakperest ehl-i şeriat ve ehl-i hakikat ve ehl-i tarikat! Bu müthiş maraz-ı ihtilâfa karşı birbirinizin kusurunu görmeyerek, yekdiğerinizin ayıbına karşı gözünüzü yumunuz. “Veiza merru billağvi, merru kiramâ” edeb-i Furkanî ile edepleniniz. Ve, yüzer âyât ve ehâdis-i Nebeviyenin şiddetle emrettiği uhuvvet, muhabbet ve teavünü yapıp, bütün hissiyatınızla, meslektaşlarınızla ve dindaşlarınızla ittifak edin, ihtilâfa düşmeyin. (20. Lemâ)