Kanunla iş gören bir devlet veya hükûmet, kendi vatandaşını zehirler mi? Hem de defalarca... Hem de hiçbir suçu tesbit edilemediği ve hiçbir sâbıkası bulunmadığı halde...
Kanun hakimiyetinin olduğu normal devletlerde böyle şeyler olmaz. Ama, Kemalist Türkiye’de, sırf inancı ve muhalif fikriyatı sebebiyle, mâsum insanlara yönelik her türlü zulüm, haksızlık, işkence, sürgün, hapis, zindan ve zehirleme vakası olmuş ve kısmî düzeyde ne yazık ki yer yer hâlen de olmaktadır.
Normal bir işleyişte, suçlanan bir maznun mahkemeye sevk edilir. Şayet suçu sabit olursa, hapse atılır, mahkûm edilir. Ne var ki, yakın tarihimizde bilhassa Bediüzzaman Said Nursî ve talebeleri, bambaşka bir muameleye tâbi tutulmuşlar. Henüz daha mahkemeye bile çıkarılmadan, o büyük zâta hücre hapsi, yani “tecrid-i mutlak” cezası revâ görülmüştür. Eskişehir’de, Afyon’da ve bilhassa Denizli Hapishanesinde.
Evet, Hz. Bediüzzaman’a verilen sürgün, hapis, zindan cezasını yeterli bulamayanlar, büsbütün kanun dışına çıkarak, o aziz insanın yemeğine, içeceğine ayrıca zehir akıtmışlar. Öldürücü zehirden bile kurtulduğunu gören azılı düşmanları, “tifüs aşısı” bahanesiyle, bu kez vücuduna zehir enjekte etme yolunu denemişler.
İlk zehirlenme vakası, 1923’te Ankara’da Meclis Başkanı M. Kemal’in bilgisi dahilinde gerçekleştirilirken, ikinci kez 1944’te Denizli’de bu kez İsmet Paşanın bilgisi dahilinde, yine aşı bahanesiyle göğsüne zehir şırınga edilmiş ve hücrede koma halinde ölüme terk edilmiştir.
Tabiî, “Ölüm Allah’ın emri” ve “Öldürmeyen Allah öldürmez” imiş. Bu şaşmaz hakikat, Said Nursî’ye yönelik asgari 19 kez tekrarlanan ölümcül zehirlenme vakalarında da bariz şekilde tecelli etmiş.
★
Şimdi, o zehirleme vakasının en şiddetlisi olan 10. zehirlemeye dair Üstad Bediüzza-man’ın kendi beyanlarına bakalım. Emir-dağ’da talebelerine yazdığı mektup uzunca olduğundan, biz kısaltarak takdim edelim. Şöyle ki:
“Aziz ve sadık kardeşlerim, emin ve halis varislerim;
“Çok manidar, kuvvetli bir tevfuk ve şakirtlerin sadâkatlerine delil, bir zahir keramet-i Nuriyeyi beyan etmeye bir ihtar aldım. Şöyle ki: Ben vasiyetnamemi yazdığım aynı zamanda, gizli münafıklar, benim itimad ettiğim hizmetçilerimi zabıta tarafından yanıma gelmekten men’ettikleri aynı vakitte, fırsat bulup tanımadığım birisiyle, sabık (önceki) dokuz defadan daha tesirli bir zehir bana yutturdular.”
Bu şiddetli zehrin etkisi devam ederken, münafıklar “Bu defa kesin ölür” diye sevinerek, Hz. Üstad’ın öldüğüne dair inandırıcı haberi etrafa yaymaktan geri durmamışlar. Bu haber o derece inandırıcı olmuş ki, bilhassa Yozgat, Isparta, İnebolu, Denizli ve Milas gibi uzaktaki dost ve talebeleri dahi buna kanaat getirerek, her biri kendi penceresinden ölüm hadisesine bakıp üzerine düşeni yapmaya çalışmış. Ki, bu da çok ibretlik durum arz ediyor. Zira, bu hadise, kimin iç âleminde neler tasarlayıp, neler yapmaya çalıştığını bir yönüyle açığa çıkarmış oluyor.
★
Sikke-i Tasdik-i Gaybî isimli eserde yer alan mektubun devamında, ölüm vakası-nın yansımalarına dair olarak, Hz. Bediüzzaman şunları zikrediyor:
• Hem, âlim kardeşlerimizden Hoca Haşmet, Yozgat’tan yazıyor ki: “Said vefat etmiş, Risale-i Nur’un yüz otuz risalesi muhafaza edilsin. Ta ki, ileride tab edeceğiz.”
• Hem, (Milaslı) Halil İbrahim’in vefatım hakkında bir hazin mersiye hükmündeki parlak mektubu, şakirtleri ağlattırdı.
• Hem, Hüsrev’in, kendi adetine muhalif benim vefatıma dair bir-iki mektubunda, “iki-üç gün ömür” gibi tabirlerle ecelime işaretleri, bir parça beni müteessir etti. (Age: 62)
Gizli münafıklar “Said Nursî öldü” diye sevinmiş. Hoca Haşmet, Risâlelerin tab’ını düşünmüş; H. İbrahim, hüzünle ağlatan bir mersiye yazmış.