Bizim Risâle-i Nur penceresinden bakarak hürriyet ve demokrasiye hakkıyla sahip çıkılması ve bu değerlerin elimizden kaçmaması için bunlara sımsıkı sarılmak gerektiği yönündeki değerlendirmelerimiz, bazı din kardeşlerimizin hoşuna gitmiyor olacak ki, tenkitvâri, hatta itirazvâri mesajlara kerratla muhatap oluyoruz.
Bu ihvanların bir kısmına göre, hürriyet ve demokrasi Batı menşelidir. Daha da ileri gidenlere göre küfür rejimidir, dalâlet yoludur, vesâire…
İşte, hem bunlara, hem umuma karşı, elbet bizim de söyleyeceklerimiz var.
*
Öncelikle ifade edelim ki, hürriyetin zıddı istibdattır, totaliterliktir, tepeden aşağıya baskıcı bir zihniyetin hükümrân olmasıdır. Meşrûtiyetin, yani demokrasinin zıddı ise otokrasidir, mutlakiyettir, diktatörlük rejimidir.
Öncelikle, bu gibi konularda birinci derecede referansımız olan Üstad Bediüzzaman'ın hakikatli sözlerinden birini hatırlatarak devam etmek istiyoruz.
Diyor ki Üstad: "Tebeddül-ü esmâ ile hakaik tebeddül etmez." Yani: İsimlerin değişmesiyle, hakikat değişmez.
Ne yazık ki, bazı kimselerin zihni isim, yahut kelime değişikliğine takıldığı için, mânâyı kavramakta, dahası hazmetmekte zorlanıyor. Oysa, pekçok mânâ ve hakikat vardır ki, bunlar değişik kelime, isim ve tâbirlerle yâd edilebiliyor.
İşte size eşdeğer manalar taşıyan ve zamanla değişime uğrayan tabirlerden bir demet: Hürriyet–özgürlük, meşrûtiyet–demokrasi, istibdat–diktatörlük, medrese–dershane, mektep–okul, muallim–öğretmen, talebe–öğrenci, vak'a–olay, müşahhas–somut, mücerred–soyut...
Esasında aynı mânâ ve maksadı hedefleyen bu tâbirler arasında yapılacak bir tercih hakkına saygı gösterilmesi lâzım. İsteyen istediği kelime ile meramını anlatabilir.
Bunlardan birinci sırada olanları, bize göre de elbette ki diğerinden daha köklü, daha mânidar ve daha asildir. Ayrıca, mümkün olduğunca, tercihimizi de o asâletten yana kullanmaya gayret ediyoruz.
Bazan da her iki tabiri kullanma gereğini duymaktayız. Tâ ki, herkes ve her kesim tarafından maksadımız tam olarak anlaşılabilsin. Zira, burada asıl maksat şekil ve zarf değil, mânâ ve mazruftur. (Tabiî, mana ve mazruftaki enginliği, zenginliği unutmamayı elzem gördüğümüzü tekraren ifade etmiş olalım.)
Ama, yine de meselâ ikinci sıradakilerden olup çokça ve yaygın şekilde kullanılan demokrasi, diktatörlük, okul, dershane gibi tâbirleri bizler de zaman zaman kullanıyoruz ve kullananları da yadırgamıyoruz. Tâ ki, zihinler şeklî ve zahirî noktalara takılıp da mânâyı kavramaktan uzaklaşmasın.
*
Bu fasıladan sonra, gelelim Üstad Bediüzzaman ve Risâle–i Nur'la bağlantılı olarak eşdeğer mânâda kullandığımız "hürriyet–özgürlük" ve "meşrûtiyet–demokrasi" tâbirlerine...
Hemen ifade edelim ki, ekseriyet itibariyle özgürlük değil, hürriyet tâbirini kullanmaktayız. Zira, bunda anlaşılmayı zorlaştıracak en ufak bir nokta göremiyoruz.
Ayrıca, Üstad Bediüzzaman, bu tâbiri Risâle–i Nur'da had safhada kullanmış, olabildiğince hürriyete taraftar olmuş, sahip çıkmaya çalışmış ve aynı şekilde sahip çıkılmasını ders verip teşvik etmiştir. Dahası, “hürriyetin zıddının istibdat olduğu”nu defalarca nazara vermiştir. (Bu arada hakikî hürriyetin, "kişinin ne kendisine, ne de başkasına zarar vermemek" şeklinde olduğunu ifade ile, hürriyetin sû–i tefsir edilmesine mâni olmaya çalışmıştır.)
Demokrasiye gelince...
Biz bu tâbirin Risâle–i Nur'da geçtiğini hep kaynak göstererek ifade edegeldik.
Hürriyet ve demokrasi tâbirini birlikte ve aynı yerde kullanan, ayrıca Üstad Bediüzzaman'ın da bunların bu vatanda inkişaf etmesinden memnun olduğunu dile getiren kişi, Üstad Bediüzzaman'ın hem avukatı, hem de bir eski talebesi olan Mihri Helav'dır.
Av. Mihri Helav'ın 1952'de İstanbul Adliyesi’nde görülen Gençlik Rehberi mahkemesinde yapmış olduğu müdafaanın içinde geçen "hürriyet ve demokrasi" tabirleri, hiç şüphesiz ki Üstad Bediüzzaman'ın da tasvip ve tensibine mazhar olmuştur ki, aynı müdafaa, Tarihçe–i Hayat isimli eserde (Tahliller Bölümünde) olduğu gibi derc edilmiştir. (Bkz: Age, s. 567)
Şimdi, bu noktada durup itiraz edercesine "Bu tâbir Üstad'a ait değildir" demek, acaba ne derece mantıklı bir davranış olur?
Aynı mantıkla gidilirse, Tarihçe–i Hayat ile birlikte Lâhikalar’ın da belki yarısına yakın kısmının Üstad'a ait olmadığı söylenebilir ki, bu mantık bizi fevkalâde sakıncalı bir mecrâya doğru sürükleyip götürür.
Üstad Hazretleri, bir tâbiri, bir ifadeyi, yahut bir mektubu takdir, tasvip, hatta tensip etmişse, ona karşı herhangi bir itirazda bulunmamak gerektiği kanaatindeyiz.