Osmanlı şiirinin bilge sesi Yusuf Nâbî, 1642 yılında Urfa’da doğdu. Medrese eğitimiyle ilim dünyasına adım attı, genç yaşta İstanbul’a gelerek dönemin şairleri arasında kısa sürede tanındı.
Düşündüren şiirleriyle divan edebiyatında “hikemî tarz”ın öncülerinden biri sayıldı. Nâbî’nin şiirlerinde gösteriş değil, hikmet vardır.
O, süslü sözün değil doğru sözün şairidir. Hayatı boyunca İstanbul, Halep ve Urfa arasında görevler yaptı, 1712 yılında vefat etti. Eserleri hem edebî, hem de ahlâkî derinliğiyle dikkat çeker.
Divan-ı Nâbî’de lirizmle karışık hikmet vardır. Şöyle der:
“Sakın terk-i edebden kûy-i Mahbûb-ı Hudâ’dır bu, /Nazargâh-ı İlâhî’dir, Makam-ı Mustafâ’dır bu.”
Bu beyit, edep ve saygının mukaddes bir şuur olduğunu bize anlatır.
Şair, Hayr yye adlı eserinde oğluna öğütler verir: “Ey oğul, her işte eyle ihtiyat, /Zira her işte gerekdir basîret.”
Burada babadan evlada süzülen bilgelik vardır. Hayrâbâd eseri ise tasavvufî bir mesnevîdir; dünyayı geçici, hakikati kalıcı görür. Ve nihayet Sihâm-ı Kazâ... Orada Nâbî’nin sözleri ok gibi hedefini bulur:
“Zulm ile âbâd olanın âhiri berbâd olur.”
Onun şiirleri yüzyıllar sonra bile insanı uyarır, ikaz eder, düşündürür ve doğruluğa çağırır.
Günümüzde de bu hakikatlere ve doğruları söyleyen, söyleyecek olan Nabi'lere hepimizin ihtiyacı var.