Kur’ân her asırda taze nazil oluyor gibi tazeliğini, gençliğini muhafaza ediyor. Evet, Kur’ân ezelî bir hutbe olarak umum asırlardaki umum beşer tabakalarına hitap ettiği için öyle daima bir şebabet, gençliği bulunmak lâzımdır. Hem de öyle görünmüş ve görünüyor. Hatta Efkârca muhtelif (fikirleri değişik) istidatça mütebayin (kabiliyetleri farklı) çeşitli asırlardan her asra göre, güya o asra mahsus gibi bakar, baktırır ve ders verir. Beşerin asar (eserleri) ve kanunları, beşer gibi ihtiyar oluyor, değişiyor, tebdil ediliyor. Fakat Kur’ân’ın hükümleri ve kanunları, o kadar sabit ve rasihtir ki, asırlar geçtikçe daha ziyade kuvvetini gösteriyor. Evet, en ziyade kendine güvenen ve Kur’ân’ın sözlerine karşı kulağını kapayan şu asr-ı hazır ve şu asrın ehl-i kitap insanları, Kur’ân’ın “Ey ehl-i kitap Ey ehl-i kitap Ey ehl-i kitap” (Al-i İmran Sûresi. 64-65-70-71-98-99), Nisa Sûresi: 171), Maide Sûresi: 15-19) mürşidane hitabına o kadar muhtaçtır ki, güya o kitap, doğrudan doğruya şu asra müteveccihtir. (yöneliktir) ve Ey mektepliler, Ey mektepliler manasını tazammun (kapsar) eder. Bütün şiddetiyle, bütün tazeliğiyle, bütün şebabetiyle, “De ki. Ey ehli kitap olan Hıristiyanlar ve Yahudiler! Sizinle bizim aramızda müşterek olan bir söze gelin.” (Al-i İmran Sûresi: 64) sayhasını (diriltici sesini) âlemin aktarına savuruyor.