Almanya hükümeti, “antisemitizmle mücadele” adı altında giderek tehlikeli bir noktaya sürükleniyor. Bu kavram, İsrail hükümetlerinin her icraatını dokunulmaz kılmak için kullanılan siyasî bir sopaya dönüşmüş durumda. Filistin’de siviller katledilirken, kim adaleti hatırlatsa ya da zulme işaret etse hemen aynı yaftayla susturuluyor: “Antisemit.”
Aslında bu kanunlar, Yahudi karşıtı nefret söylemini engellemek ve Almanya’nın Holokost sonrası tarihî sorumluluğunu güvenceye almak için çıkarıldı. Fakat zamanla özellikle Orta Doğu bağlamında, İsrail’i eleştirenleri bastırmak için kullanılan esnek bir mekanizma hâline geldi. Doğrudan yasaklamıyor, ama yorum farklılıklarıyla siyasî baskıya kapı aralıyor.
Oysa Filistin’de yaşananlar ortada: bombalanan çocuklar, yıkılan hastaneler, mülteci kamplarına saldırılar ve on binlerce masumun ölümü. Bunlar siyasî bir tartışma değil, açık bir zulümdür. Ancak Almanya hükümetinin kullandığı “antisemitizm sopası,” bu zulmün görülmesini engelliyor. Akademisyenler, sanatçılar ve gazeteciler en küçük eleştiride hedefe oturtuluyor. Böylece Almanya, tarihî dersini yanlış okuyor: Bir zulmü inkâr ederken başka bir zulme sessiz kalmak.
Türkiye’nin yakın tarihi de bu tabloya benziyor. Tek parti döneminde milletin imanına baskı yapılırken, bu baskının aracı “irtica sopası”ydı. Bugün Almanya’da aynı yöntem “antisemitizm sopası” olarak karşımıza çıkıyor. Her iki durumda da hedef aynı: toplumu tek tip düşünceye mahkûm etmek ve hakikati susturmak.
Almanya hükümetinin dilini sadece tarihî travmalar değil, dış baskılar da şekillendiriyor. ABD ve NATO çizgisine bağlı hareket eden Berlin, İsrail’i neredeyse sorgusuz destekliyor. Bu baskıya bir de siyasî elitlerin geçmişleri ekleniyor. Friedrich Merz örneğinde olduğu gibi, Almanya’da hükümetin başına getirilen bazı siyasetçilerin BlackRock gibi küresel finans devlerinde çalışmış olmaları, bu yönelimin bir proje dahilinde yürütüldüğü iddialarını güçlendiriyor. BlackRock, dünya çapında şeffaf olmayan yapısıyla ve siyasî kararlara doğrudan etkisiyle eleştirilen bir şirket. Dolayısıyla Almanya’nın İsrail’e şartsız desteği, yalnızca tarihî sorumluluk değil, aynı zamanda küresel çıkar çevrelerinin baskısıyla da şekilleniyor olabilir.
Ancak toplum bu sessizliği kabul etmiyor. Almanya sokakları Filistin için on binlerce kişinin katıldığı gösterilere sahne oluyor. Başşehir Berlin’de yüz bin kişi yürüdü. Medya da kırılmaya başladı; yıllarca tek taraflı yayın yapan organlar artık İsrail’in işlediği katliamları manşetlere taşıyor.
Bediüzzaman Said Nursî, böylesi ideolojik baskılara karşı adalet ölçüsünü çok net ortaya koymuştu. Ona göre masum bir kişinin hakkı, milyonların siyasî çıkarına feda edilemez. Bugün Almanya’nın içine düştüğü hata, Kemalist zihniyetin hatasına benziyor: Hakikati susturmak için masumları gözden çıkarmak.
Çözüm açıktır: Almanya cesur olmalı ve hakikatleri dillendirmelidir. Tarihî sorumluluğunu taşısa bile zulme karşı sessiz kalmamalıdır. Bunun için yalnızca dili değil, hükümet anlayışı da değişmelidir. Mevcut siyasî çizgi, baskı ve susturma üzerine kuruludur; bu çizgi terk edilmedikçe gerçek bir adalet mümkün olmayacaktır. Bu mücadele siyasî bir sopa olmaktan çıkarılmalı ve hakikî adaletin parçası hâline getirilmelidir. Yahudi düşmanlığıyla savaşırken, Filistinli masumların da sesini duymalıdır.
Tarih gösteriyor ki zulüm sürdürülemez. Türkiye’de Kemalist baskı nasıl kırıldıysa, Almanya’daki siyonist baskı da çökecektir. Çünkü insan fıtratında hakikat arayışı vardır. Sokakların dolması, medyanın dil değiştirmesi bu gerçeği yansıtıyor. Biliriz ki, “Zulm ile abad olanın akıbeti berbad olur.” Bugün kullanılan bu sopalar da tarihin çöplüğüne gidecek, çünkü sonunda adalet galip gelecektir.