“Muallimim diyen olmak gerektir imanlı Edepli liyakatli ve sonra Vicdanlı
O Rabıtayla bulur bulursa bu millet felah O, bir çözüldü mü her şey biter maazallah.”
Merhum Mehmet Âkif Ersoy güzel tesbit yapmış. Bu dörtlüğün manasından bahsetmekten ziyade, muallim neden öğretmen olmuş? Bu konuyu da dil mütehassıslarına bırakalım. Eğitim ve öğretim dediğimiz konuyla ilgili o kadar çok şey yazılmış ki, okuyanlara Allah sabır versin. Her araştırmacı veya gözlemci kendi baktığı yerden gördüklerini aktarmış. Elbette ben de kendi müşahedelerimi aktarırken ve görüş açımı paylaşırken farklı bir şey yazmış olmayacağım. Sadece bazı kıyaslamaları paylaşmak istiyorum.
Konfüçyüs şöyle der: “Bir yıl sonrasını düşünüyorsan tohum ek; on yıl sonrasını düşünüyorsan ağaç dik; yüz yıl sonrasını düşünüyorsan insan yetiştir.”
Çoğu zaman Doğu ve Batının filozoflarının düşünce örnekleriyle yetiştirildik. Çünkü her şey dünyada başlamış ve yine dünyada bitmişti. Halbuki Bediüzzaman’dan bahsedilmeyerek ve onun öğretilerini gizlemekle bir nesil işte Âkif’in söylediği ilk satırdan habersiz, Konfüçyüs vb. öğretileriyle büyüdü, kimileri hâlen habersiz, kimileri de bu güzel insanın ismini hiç duymadan geçti gitti bu fani dünyadan. Asrın Üstadı, ‘’Yalnız bu dünya için mi yaratıldın ki bütün mesaini bu dünyaya harcıyorsun’’ diyor. İşte, burada duralım. Her şeyin maddiyat olmadığı gerçeğini bir kez daha düşünelim. Hatta dünya hayatı birkaç meta ve gururdan başka bir şey olmadığı vahyini bize tebliğ eden Peygamberimiz (asm) nasıl yaşamıştı, ne kadar serveti vardı! Bütün iyiliklerin karşılığının veya azim zulümlerin cezasının verilemediği bu dünyada yaşayan insanın, ebede müteveccih olduğu gerçeğini bize anlatan Risale-i Nur’un Müellifi nasıl yaşamıştı, serveti ne kadardı?
Başlıktaki cümleyle başlayan hatıralardan bir demet sunmak istiyorum.
“Benim bir öğretmenim vardı. Haksız yere bana bir tokat vurmuştu. (Sanki haklı yere vurma hakkı varmış gibi) İşte o tokattan sonra bir daha okula gitmedim” diyor tanıştığım bir nakliye vasıtasının şoförü.
“Benim bir hocam vardı” diyor bir şirket çalışanı...”Kur’ân Kursuna giderken o zaman yatılı olarak okuyorduk. Bir gün, baktım ki hoca yok, kaçtım. Yaylalar vardır bizim oralarda, gençlik işte yayla yoluna girdim. Yaylaya epeyce yaklaşmıştım, bir de baktım ki bizim hoca yaylada, hanımı ile karşıma çıktı ve bana senin kursta olman gerekmiyor muydu? Gel bakalım buraya, dedi. Korktum, hocaya sen de kursta değilsin, beni kim okutacak dedim ve kaçarak uzaklaştım. 39 sene geçti, bir gün köy kahvesinde bizim hocayla karşılaştım” diyor. ‘’Benim hacı ile hoca ile işim olmaz dürüst olacaksın, kalbin temiz olacak gerisine gerek yok’’ gibi düşüncelere sahip olan şirket çalışanı. “Hocam o gün çok korktum beni döveceksiniz diye; bir daha da gelmedim kursa” dedim. Hoca, “Haklıydın, sana güzel örnek olamadım” dedi. Ben de, “Hocam ben haklı olduğumu o zaman görmüştüm! Ama sen 39 sene sonra anladın biraz geç olmadı mı?” diyor ve ekliyor; “Hacı hoca mı? Uzak olacaksın...
Kendisine bir öğretmenin hatası yüzünden bütün öğretmenlerin suçlanamayacağı gibi, bir tanesinin iyi oluşu da hepsinin iyi olacağını göstermez. Muhabbetimiz devam ettiyse de hak veriyor, ama yılları kim geri getirecek.
“Bir gün babası vefat eden bir öğrencimizin evine taziye için gidiyoruz. Arabada Selçuk Bey, ben ve birkaç öğrenci var. Öğrencilerden biri, ‘Selçuk Hocam bizim sınıfın mevcudu kaçtı, ben kaçıncı sıradaydım hatırlıyor musun?” diye sordu. Selçuk Bey şöyle cevap verdi: “Senin numaran 2351 ve sen 21. sıradaydın. 2348 numaralı Ahmet Sarı tasdikname alınca 20. sıraya düşmüştün. Tebessüm ettik.
Selçuk Hocanın bazı özellikleri; sabahtan okula en erken gelenlerden biridir. Erken gelen öğrencilerle sohbet eder, onlara güven verir, gönüllerini alır. Akşam en geç o giderdi. Okulun ışıklarını, su musluklarını, pencerelerini sırayla kontrol eder, açık varsa kapatır ve hizmetliler için de, “İşlerini savsaklıyorlar kardeşim ne yapayım. Ben tekrar bakmak zorunda kalıyorum” diyerek üzüntüsünü dile getirirdi. Öğrencilerini sadece adı soyadı veya okul numarası ile değil, aile yapısıyla bütün meseleleriyle tanır, onlara olağanüstü gayret ve fedakârlık ile rehberlik ederdi. Hatta maaşından hediyeler alır, muhtaç olanlarına harçlık verirdi. Bekârdı, geçen yaz annesini umreye götürerek kendisine yakışan bir güzellik daha sergilemişti. Hangi öğrenci hangi üniversiteyi kazanmış, bilirdi. Hatta üniversitede okuyanlarla da bağını kesmez, adeta bir anne şefkati, bir baba koruması gibi onlarla telefonla görüşür, bazen bir grubu bir yerde toplar bir şeyler yemek, bir çay bahanesiyle onlarla paylaşımlarda bulunurdu. Dahası da var. Yani o gerçek bir muallimdi. Eksikleri de vardı tabiî... Çünkü o, mükemmelliğe giden yolu bulmuş kâmil bir insandı. Elbette kendisinin övülmesinden hoşlanmaz ve “ben gerekeni yapıyorum, Allah’ın rızasını kazanmak kolay değil.” gibi düşüncelerini paylaşırdı. Kendisi Arapça öğretmeni olduğu halde bilgisayar teknolojisini iyi kullanır, bir yöneticiden daha ziyade yönetmelikleri bilir ve yorumlardı. Bir öğrenciye tokat atmayı bırak, öfkelendiğine kimse şahit olmamıştı. O hep, “Bu çocuklarla ilgilenilirse kazanılır, bu gençlerin ufak tefek hataları olsa da aslında çok temiz çocuklardır. Keşke kız öğrencilerle de gerçek manada ilgilenen kadın hocalar olsa ne iyi olur” derdi. Kahramanlığını anlatmakla bitiremeyeceğim hocamız, aslında otuzlu yaşlarda genç birisiydi de. Öğrencilerin kendisine bakışını sorarsanız, “Selçuk Hoca dediyse doğrudur” diyebilecek bir güven bırakmıştı öğrencilerin üzerinde. Kim bilir onun öğrencileri, “benim bir hocam vardı...” ile başlayan nice güzellikleri anlatacaklar, ama Selçuk Hoca için bunların hiçbirinin önemi yoktu. Lisan-ı haliyle ve söyledikleriyle anlaşılıyordu ki, Necip Fazıl’ın şu mısralarına uyan bir hâl vardı yapısında;
“O erler ki, gönül fezasındalar / Toprakta sürünme ezasındalar / Yıldızları tesbih tesbih çeker de / Namazda arka saf hizasındalar / İçine nefs sızan ibadetlerin / Birbiri ardınca kazasındalar / Günü her dem dolup her dem başlayan /Ezel senedinin imzasındalar / Bir ân yabancıya kaysa gözleri /Bir ömür gözyaşı cezasındalar / Her rengi silici aşk ötesi renk; / O rengin kavuran beyzasındalar / Ne cennet tasası ve ne cehennem / Sadece Allah’ın rızasındalar.” İşte ihlâs başka ne denilebilir ki.
İyi örneklerimiz Selçuk Hocayla bitmiyor elbet; sınıf öğrencilerinden hiçbir karşılık beklemeden evlerine ziyarete giden ve onlarla okumanın önemi ve usûlleri konusunda aileleriyle birlikte paylaşımlarda bulunanlardan tut, ders çıkışlarında veli muvaffakiyetlerini alarak kendi dersi için ücretsiz takviyelerde bulunan kimya hocalarımızın varlığına da şahit oldum. Ancak gerek ailevî gerekse maddî veya başka sebeblerden ötürü, okula ancak saatinde yetişebilen ve okuldan ayrılırken de öğrencilerden önce otobüs durağına varan hocalarımız da oldu. Arabasına herkesten önce binip evinin yolunu tutan, ders programını su sızmayacak şekilde olması isteğinde bulunan, dahası öğretmenliği derse girip çıkmaktan ibaret gören öğretmenlerimizin de artık geleceğe (dünyada) karşılıksız yatırım yapma gereğini görmelerini beklemektedir insanlık.
Ben ne mi yapıyorum? Gördüğüm iyi örnekleri, gıpta ile anlatıp taklit ederek, hizmet etmeye çalışıyorum. Hayatı hayattan öğrenme basamağındayım. Şu vakitlerde, ‘’Cennet ucuz değil cehennem dahi lüzumsuz değil’’, ’’Zalimler için yaşasın cehennem’’ mefhumları üzerinde kafa yormaktayım. Üzgünüm, benim bir öğretmenim vardı diyebileceğim ve anlatabileceğim güzel örneklerim çok az, ne yazık ki!