Şu yaratılıştan fıtrî olarak insanlara verilen özelliği unutmamak lâzım; herkesin kendisinin kaldırabileceği bir kapasitesi, yeteneği, kabiliyeti ve de marifeti vardır.
Normalde Allah’ın verdiği vasati ka-pasiteyi, kabiliyeti kullanan insan rahat eder, huzurludur. Bunun için bir deneyim kâfidir. Kametini defalarca denemeye tabi tutması gerekmemektedir. Belki de öyle yapılıyordur.
Fakat gel gelelim çevre, “dış güçler!..” insanı rahat bırakmaz. Sen şusun, busun, sen şunu da yaparsın, bunu da çok iyi bilirsin, senden başkası bunları bilmez, bilemez vb. elle tutulamayan, akılla ölçülemeyen, mizana gelmeyen lâflarla insanı yine insancıklar kaideden kaydırır, biraz ileriye de götürerek çıkarır da…
İnsan için en kötü şey de budur zaten bulunması, durması lâzım gelen yerde olmaması, oldurulmamasıdır. Kamet-i kıymetinin, kapasitesinin, kabiliyetinin üstündeki yerle aday olması, aday gösterilmesi, yakıştırılması ve yapıştırılmasıdır.
İnsan hiç merak etmesin başkalarının bildiği kadar kendisi de kendi kamet-i kıymetini az çok bilir. Hayat terazisinde kaç kilo geldiğini, kaç okka tuttuğunu görmüştür, öğrenmiştir.
Lâyık olan kimsenin lâfına, sözüne, şişirmesine, büyütülmesine ihtiyaç duymadan lâyık olduğu yeri bulur. Allah buldurur, nasip eder. Çünkü onu bu kapasitede, kabiliyet ve marifette yaratan O’dur. O’nu zayi etmez.
Ama lâyık, elyak olmayan ise yakıştırılan, başkalarınca uygun görülen mevkilere, makamlara, yüksekliklere ulaşmak ve oralarda gözükebilmek için daima ayaklarının altına “boş tenekeler ve mizahî dış güçler koymak, koydurtmak zorundadır.”
Herkes kendi kabiliyetini, kapasitesini öğrenmeye, bilmeye bir bakıma mecburdur. Bu mecburiyeti yapmak, yerine getirmekle rahat eder, huzur bulur ve başkalarının ayaklarının altına teneke koydurtarak rahatsız olmaz, huzurunu bozdurtmaz. Ne isek o olalım. Başkalarının oldurmalarına, kulak asmayalım.