Ahirzamanda kendilerinin elde edebildikleri iman, Kur’ân ve İslâmiyet kuvvetine göre evvelâ Allah’a karşı olan ubudiyetlerinde, kulluklarında, ibadet ve taatlerinde vazifedardırlar.
Bu birinci vazifedarlıkları yüklenecekleri diğer vazifeler noktasından da olmazsa olmazıdır. Kuvvetli, sarsılmaz, metanetli bir imanı elde eden bir hizmet adamı evvelâ kendi şeytanını, nefsini susturur ve imanî, Kur’ânî bir çizgiye; sapmayacak bir şekilde sahip kılar. Demek ki evvelâ sarsılmaz, hiçbir küfrî hareketten yılmaz ve her şeye, herkese rağmen imanından taviz vermez bir adama, hizmet adamına, hademelerine çok kuvvetli bir tahkiki iman lâzımdır. Ve bu noktadan Kur’ân namına vazifedar sayılırlar.
İkinci olarak takvayı elde etmeleri lâzımdır. Bu zamanda takva ise günahlardan kaçmak ve farzları hakkıyla yerine getirmekle mümkün olabilir. Kaçmak konusunda mü’minleri; günahlarden uzak durmaları, çekinmeleri, içtinap etmeleri onları günahlara temas etmemeleri iki taraflı bir sevapla beklemektedir. Farzları yerine getirmeleri ise takva konusunda aliyülâlâ olacaktır. O zaman vazifedarlık yapabilirler.
Üçüncü olarak Sünnet-i Seniyyeye ittiba etmek, Sünnet-i Seniyyenin en küçüğünü bile yerine getirmek müraat etmektir. Sanki ahirzaman âleminden, Sahabe-i Kiram efendilerimize ders verilen zamana Efendimizin (asm) tedrisatına ve efâlinin yaşanma hallerine, vakitlerine gitmektir. Bediüzzaman gibi eksiksiz, ulema ve tamamlamaların Sünnet-i Seniyye-i Ahmediyeyi tam tamına yaşamak ve ihya etmektir.
Hal, etvar ve ef’al ile evvelâ nefsimize, şeytanımıza rağmen yaşayıp gösterebilmektir. Böylece vazifedar olunabilir.
Eğer bu üç hal ile mükemmel bir şekilde şahs-ı manevî destekli olarak hallenebilirsek işte o zaman belki, inşallah; hizmet-i Kur’âniye ve imaniyede, Kur’ân namına vazifedar sayılabiliriz. Bu halin riya ile tevazu ile hodfüruşlukla alâkası yoktur ve olamaz da…