25 Ekim 2015 Pazar günü Malatya’ya gönül dostlarımı ziyaret etmeye gittim.
Malatya seyahatlarımı ekseriyetle trenle yapıyorum. Diyarbakır-Malatya arası beş saat sürmesine rağmen pek yorucu gelmiyor bana. Trenin kompartmanını bir ev ortamı gibi hissediyorum. Kitap, gazete, namaz, yemek vs. meşguliyetler âdeta zamanı kısaltıyor. Yolculuğa çıkarken mutlaka birkaç tane Yeni Asya Gazetesini de yanıma alıp, yolculara veriyorum. Bu son gidişimde akşam saat 19.00 gibi Malatya’ya vardım, benden haberdar olan çalıştığım kurumdan arkadaşlarım beni karşıladılar, o gece kurumun misafirhanesinde kaldım.
Ertesi gün, sosyal ve beşerî münasebetleri güzel, evi ve gönlü misafirlere açık tutan, misafirperver, sahavet ve cömertlikte âdeta zamanın Hâtem-i Tâhî’si, Hâtem Levent kardeşimiz ile Fahri Kayahan dershanesine gittik. Dershanenin vakıf ve müdavimlerinden Mustafa Emek, Ramazan Levent ve Murat Avcı kardeşlerin bize gösterdikleri teveccüh ve sıcak karşılamadan sonra akşam namazını kıldık, ardında yemek, sohbet, yatsı namazı derken geceyi böylece geçirdik.
Ertesi gün, Malatya Yeni Asya Gazetesinin otuz yıllık temsilcisi ve emektarı Ahmet Kurnaz ile yıllarını dershane yolunda tüketen Şeref Karcı Ağabeyler, bürodan beni aradılar, “çay hazır bekliyoruz” dediler. Dâvete icabet ettim, Ahmet Kurnaz tatlı sohbeti, şirin tebessümü ve ikramları ile bilinen biri. Ahmet Ağabey ile hazır bir araya gelmişken, kendisinden bir kaç hatıra almak istedim.
Ahmet Ağabey, hazır sizi bulmuşken, bize bir kaç hatıranızdan bahseder misiniz?
Sene 1997, gün olarak hatırlayamıyorum, Yeni Asya Gazetesini dağıtıyordum. Mevsim kış, yağmur sağanak yağıyor, fazla ıslanmayayım diye bir inşaata sığındım. Bu arada pantolonumun paçalarını sıvayıp dağıtım işlerine öyle başlayayım dedim. İnşaatın kolonuna yaslandım, ayağımı yanımda bulunan tahtanın üzerine bıraktığım gibi dört metre derinliğindeki inşaatın bodrum boşluğuna düştüm. “Ah Ahmet gittin!..” dedim.
Ahmet Ağabey, sözünü unutma malûmunuz Üstad Bedîüzzamân Hazretleri, iki minare yüksekliğindeki Van Kalesinin tepesinde iken ayağı kayıp aşağıya doğru düşerken, iki dudak arasından çıkan iki kelime: ‘Eyvah! Dâvâ’ demiş, Acaba siz o zaman ne dediniz?
Vallahi ne söyleyeyim, biliyordum ki gittim, artık geri dönüş olur mu olmaz mı? Can tatlı, bir şeyler düşünmüşümdür her halde.
Her neyse, bodrumda işçi elbisesi vardı, bir şekilde o elbiselerin üzerinde uzandım, kendimden geçmişim o hâlde iken kendimi bir mizanda, sorgulamada gördüm. Terazinin bir kefesine hayırlarımı; diğer kefeye de günahlarımı bırakıp tartıyorlardı. Kefeler bir dengede kalmıyordu, bazen aşağı, bazen yukarı, bazen de denk geliyordu, havf ve reca (korku ve ümit) arasında bekliyordum. Bir lütf-i İlâhî “haydi, Kurnaz geç” dediler.
“Nereye geçeyim?” dedim. O sırada bir baktım ki ruhum uçtu cennette kendimi gördüm. Bu ihsan-i İlâhîyeye karşı evvelâ bir şükür secdesi yaptım. Secde halinde iken bir uyandım baktım ki karanlık bir yer, derin bir bodrumdayım. “Eyvah! Nereden- Nereye geldim. Cenneti kaçırdın Kurnaz” dedim.
Vücudum buz kesilmiş, titriyorum, omurga kemiklerim sıkışmış, ayağımda kırık var, perişan bir halde iken beni hastahaneye kaldırdılar. Hastahanede uzun bir müddet tedavi gördüm, şimdilik ufak tefek aksaklıklar varsa da Elhamdülillah iyiyim.
Ahmet Ağabey, adalet mizanında hayalen de olsa bir şekilde haşir ve neşir oldun, Cennet gibi bir mekâna İlâhî bir lütuf ile sahip olduğunuzu manen gördün, daha sonra bu vakıanın bir hayal veya bir rüya olduğunu görünce, halet-i ruhiyenizde nasıl bir değişiklik oldu?
Hasbel kader şahsıma tevci edilen bir görev vardı, bu düşünce ile Ahmet Kurnaz/lık yapma kalk hizmet seni bekliyor, gazeteleri dağıt dedim. Kaburgalarım sıkışmış, ayak bileğim kırılmış umurumda değildi. Ben vazifemi yapmaya devam ettim.
Başımdan geçen bu kazada da, “vardır kaderin bir hükmü, Allah’ıma bin şükürler olsun. Ölüm bu dar-ı dünyadan ahiret diyarına bir terhistir. Şahs-ı manevî şemsiyesi altında kendini hisseden her bir Risâle-i Nur şakirdi ölümü bir şeb-i aruz görmelidir. Cenâb-ı Allah (cc) bizleri şahs-ı maneviyeye lâyık etsin, ahiretimizi ve akıbetimizi güzel etsin, hüsnü hatime nasip etsin. Âmin…
Biz de bu duâya âmin dedik.
Vakit bir hayli ilerlemişti, akşam dersine yetişmemiz lâzım. Şeref Karcı Ağabeyle Kernek dershanesine doğru yürümeye başladık. O gün hem Kernek’te hem de başka yerde semt dersi vardı. Birinci dersi Kernek’te, Malatya’nın müşfik gönül dostları ile beraber dinledikten sonra ikinci derse yetişmek üzere Celal Yalçın Ağabey, Hâtem Levent ve Harun Hakan kardeşlerle birlikte doğruca Fatih Baydaş Hoca’nın mekânına gittik. O güzel mekâna vardığımızda daha birinci ders devam ediyordu, Hacı Mahmut Nurlan Ağabey imanî bir bahis ile gönül meclisine hitaben Risale-i Nur’dan ders yapıyordu.
“Nasıl ki şu ağacın kesretli dal ve budakları bir tek çekirdekten gelmiş ve şu ağacın san’atkârının icad ve tasvirde vahdetini gösteriyor. Sonra şu ağaç, dal ve budak salıp tekessür ve intişar ettikten sonra, bütün hakikatini bir meyvede toplar, bütün mânâsını bir çekirdekte derc eder, onunla Hâlık-ı Zülcelâlinin halk ve tedbirindeki hikmetini gösterir. Öyle de, şu şecere-i kâinat, bir menba-ı vahdetten vücut alır, terbiye görür. Ve o kâinatın meyvesi olan insan, şu kesret-i mevcudat içinde vahdeti gösterdiği gibi, kalbi dahi, iman gözüyle kesret içinde sırr-ı vahdeti görür.”1
Böylece güzel bir duâ ile birinci dersi bitirdi.
İkinci derste, günümüzün sıkıntıları ile ilgili münâzarât’tan “istibdat ile meşrûtiyetin farkı ”üzerinde Bedîüzzamân’ın yüz sene önce sunduğu reçeteyi Rauf Hakan Hoca okudu.
İşte o reçeteden kısa bir bölüm: “İstibdat tahakkümdür, muâmele-i keyfiyedir, kuvvete istinad ile cebirdir, rey-i vâhiddir, sû-i istimâlâta gâyet müsâit bir zemindir, zulmün temelidir, insâniyetin mâhisidir. Meşrûtiyet ise: Kuvvete bedel, hayatı haktır, kalbi mârifettir, lisânı muhabbettir, aklı kânundur, şahıs değildir.”2
Fatih Baydaş Hocanın evinde hazırladığı aşure ikramından sonra gönül dostları ile vedalaşarak ayrıldık.
Ertesi gün sabahı itibariyle Malatya’dan Diyarbakır’a dönmek üzere otogarda beni yolcu etmeye gelen sevgili kardeşim Cemal Çelebi Beyle bir kez daha vedalaşarak dostlar diyarı Malatya’dan ayrıldım, Diyarbakır’a doğru yola çıktım.
Dipnotlar:
1- Sözler, 32. Söz, 2. Mevkıf.
2- Münâzarât, s. 50.