Bir önceki yazımızda Müslüman dini cemaatlerin, demokrasiyi Avrupaî kimliği ve Batı’daki bazı aktüel uygulamalarından reddettiklerini belirtmiştik.
Belki de bu hususta üzerinde duracağımız esas, demokrasi ile meşveret-i şeriyyenin kimliklerindeki farklılıklar olacaktır. Şeriat-ı İslamiye’nin; insaniyet, hakk-hukuk, hürriyetler, demokratik yapılanmalar ve fıtrat yönüyle Ağrı’nın zirvesi olarak telakki edip, demokrasiyi de o dağın eteklerinden emekleyerek söz konusu istikamete –çoğu kez pusulasız- yükselmek isteyen dağcılara benzettiğimizde; hem dini cemaatlerin ürkekliğini ve hem de istiğnasını az-çok anlayabiliriz. Evet, istiğnasını, diyoruz. Asr-ı Saadet hürriyet ve cumhuriyetini esas alan bir Müslüman, elbette demokrasiyi meşveret-i şeriyye karşısında yetersiz bulacaktır. Fakat şeriatı veya İslamiyet’i bir liderin, bir halifenin, bir şeyhin, bir ağabeyin tedbir ve tedvirinde hayal eden dini cemaat mensupları, bilmeden farklı bir istibdat ve diktatörlüğün içine düştüklerini çoğu kez bilemezler.
Bu iddialar bize ait değil. Osmanlı demokrasisinin önderlerinden Said Nursi’nin “Divan-ı Harb-i Örfi” isimli eserine baktığımızda, Bediüzaman’ın bu tezini Divan-ı Harpte, darağacı gölgesinde ispat ettiğini göreceksiniz. İslâm Şeriatının insani hakk-hürriyetler ve idareler cihetiyle zirve olduğunu da, yine Avrupa’nın medar-ı iftiharı büyük feylesof ve hukukçu Shebol ikrar ediyor. (1) Demokrasinin varacağı bala zirvenin ancak Hz. Muhammed’in (asm) Asr-ı Saadet uygulamaları olacağını söyleyen daha çok Avrupalı muasırları var, Shebol’un. Fakat konumuz demokrasi ile Meşveret-i şeriyye farkları...
Dini cemaatleri “demokratik toplum”lar kategorisinde inceleyebiliriz. Fakat onların çıtası biraz daha yüksek ve usulleri de hayli farklı. Bu ise kimliklerinin, misyonlarının, hedeflerinin ve düşüncelerin genel toplumdan çok farklı olduğunu gösteriyor. Zaten burada; toplumun içinden yolu demokrasi ve nihayet siyasete çıkan yapılanmalara “cemiyet”, insanların inançlarını, ahlâklarını, manevi tatmin ve mutluluklarını esas alan yapıya “cemaat” denilir. Birincisinde hüküm halk tarafından verilir, diğeri ise hüküm ve prensiplerini vahye dayandırır. Cemiyet veya demokrasilerde milletin arzu ve isteği esas alınırken, cemaatlerde Allah’ın rızası ve ahiret saadeti hedeflenir. Bu dünyayı; bir bekleme salonu, konulup-göçülen bir han, bir gölgelik veya bir imtihan meydanı gören semavi dinler ve bilhassa İslâmiyet; paraya, servete, şöhrete, kariyere, dünya malına ve zevkine “geçici” bakar… Fakat demokrasiler veya hedefi insanları dünyada mutlu etme olan sistemler ne kadar da demokratik ve hürriyetçi olsalar da, meşveret-i şeriyye kadar doğru prensiplere sahip olamazlar.
İstibdat ve diktatörlüğün zıddı olarak birbirine benzeyen demokrasi ile meşveret-i şeriyye arasındaki önemli ve ince farkları dinî, cemaatlerimize “Kur’an ve Sünnet” ölçüleriyle anlatabilseydik, birçok sosyal problemi çoktan aşmış olacaktık. İnsan eti yiyen yamyamların bile yasasından, töresinden, usulünden, metodundan, prensiplerinden ve şeriatından bahs ederiz de; dini cemaatlerimizin “meşveret-i şeriyyelerinde” esas aldıkları sistemler bize yabancı mı, gelir. Yani; dini cemaatler; rahat hizmet edebilmek, oradaki muhabbet ve tesanüdü sağlamak, o dergâh, kapı veya medreseye gelenlerle muaşerenin erkânını belirlemek için kendi aralarında yazılı veya sözlü bir mutabakat, düsturlar mecmuası veya ritüeller sayfası hazırlayamazlar mı? Cemaatleri; her isteyenin istediği zaman pervasızca ve usulsüzce girip çıkacakları bir mekân olarak mı düşünüyorlar, bazıları. Elbette hayır. Mesken masuniyeti kadar, o masum meskenlere girişinin adabı da “medeni kanunlar” ve töreler belirlendiğine göre; dini cemaatler de belli bir anayasa, sistem, töre, erkân ve usule göre oluşacaklar, bir araya gelecekler ve oradaki düzeni sağlayacaklar…
Meşveret-i şeriyye ile mensuplarının hakk-hürriyetlerini sağlayan ve bu metotla burada düşünce, proje ve hizmet üreten dini cemaatlerden şeffaflığı bekleyen idareciler, usulü dairesinde onların hukukunu ve izzetini koruyarak orada cereyan eden her şeyden haberdar olurlar. Fakat dini cemaat; meşveret ile belirlediği kriterler çerçevesinde müntesiplerini seçme hakkına sahiptir. O kriterleri kaybeden veya kabul etmeyen veya zıddına hareket eden kişiler, söz konusu cemaatin meşveretlerine dâhil olma hakkını da kaybederler. Cemaatler hem şahs-ı manevi ve hem de tüzel kişiliğini tehlikelerden koruma, mensuplarını fikri müşevveşiyetlerden uzaklaştırma, dâhilde fitne ve nifaka gidecek söz, fiil ve düşünceye yasak koyma gibi usulleri belirlerken; ne siyasi iradeye, ne mahkemeye ve ne de bir başka hâkim güce sormak durumunda değiller.
Doğru demokrasilerde devletlerin anayasaları gayet açık ve anlaşılır yazılmıştır. Fıtratı ve insaniyeti merkeze almış bütün doğru anayasaların kaynak olarak Kur’an’a dayandığını da batılı bazı araştırmacılar eserlerinde ifade ediyorlar. Dini cemaatler; devlete karşı şeffaflık, hukuka riayet, beyan ettikleri ilkelere uygun icraat ve barış esaslı çalışmalarını yaptıkları süre içinde; demokratik devletlerin korumaları altındadırlar. Demokrasinin meşveret-i şeriyyeye zıt olmadığına inanan dini cemaatler varlıklarından, düşünce ve icraatlarından, müntesiplerinin hukuk karşısındaki masumiyetlerinden, şahane bir hürriyet içinde hizmet edebileceklerinden emin bir şekilde ve içinde yaşadığı milletin şahs-ı manevisinin mutabakatıyla hazırlanmış anayasaya bağlı bir şekilde hizmet edeceklerinden şüphe etmemelidirler.
Netice olarak şu gerçeği ifade edelim ki, Türkiye’miz yeryüzü devletlerinin nadiren görebileceği dehşetli Kemalizm istibdadından kurtularak demokrasiye ulaşmak istiyor. Özü nifaka dayanan Kemalizm, entrikalarla birçok değerimizi itibarsızlaştırdığı gibi, birçok temel kelime ve tabirlerimizi de kirletti. Masum deyimlere suçlu manalar yükleyip düşmanca elbiseler giydirdi. İşte demokrasinin gereği odur ki; her hakikat doğru manasına kavuşsun, her güzel kelime nazenin giysisiyle ortaya çıksın. Ve millet olarak artık lüzumsuz korku ve çekincelerle demokrasiye bigane kalmayalım, diyoruz.