Nur Talebeleri ister içeriden, ister dışarıdan, hak etmedikleri hakaretlere, iftiralara, ithamlara, gıybetlere maruz kaldıklarında aynıyla cevap vermezler. Eğer Risale-i Nur’un hukuku çiğnenmişse onu savunurlar, kendi hukuklarını geri plâna çekerler. Nezihane cevap verilemiyorsa, ağız bozularak cevap verilecekse, ortalığı virana çevirmezler; işi Allah’a havale ederler. Haklarını da helâl ederler.
Hele haklı durumdaysalar, onları sağır, dilsiz veya büsbütün ölü sanırsın. Kötü ve haksız lâfla uğraşmazlar. Hizmetlerine bakarlar. Hak etmedikleri hakaretlerle üzerlerine gidildiği zaman, susma orucu tutmayı lâf yarıştırarak cevap vermekten yeğ tutarlar.
Bir Müdürün, kendisi hakkında aşağılayıcı biçimde hakaretli sözler sarf ettiğini duyan Bediüzzaman, yapılan hakarete iki sebeple cevap vermiyor. Hakkını da helâl ediyor.
1- Nefsine hesap soruyor. Diyor ki: “Eğer onun tahkiri ve beyan ettiği kusurlar, şahsıma ve nefsime ait ise; Allah ondan razı olsun ki, benim nefsimin ayıplarını söyler. Eğer doğru söylemiş ise, beni nefsimin terbiyesine sevk eder ve gururdan beni kurtarmaya yardımdır. Eğer yalan söylemiş ise, beni riyadan ve riyanın esası olan şöhret-i kâzibeden kurtarmaya yardımdır.”
2- İşi Sahib-i Kur’ân’a bırakıyor. Diyor ki: “Eğer o adamın tahkiratı, benim imana ve Kur’ân’a hizmetkârlığım sıfatıma ait ise, o bana ait değil. O adamı, beni istihdam eden Sahib-i Kur’ân’a havale ediyorum.” 1
Fakat Bediüzzaman’ın, konunun sonunda bir tesbiti var ki, cihanı titretiyor: “Maatteessüf sonra anlaşıldı ki, Kur’ân onu helâl etmemiş.” 2
NEREDE TAHKİK MESLEĞİ?
Cenab-ı Hak, “Hakkında kesin bilgi sahibi olmadığın şeyin peşine düşme. Çünkü kulak, göz ve kalp, bunların hepsi ondan sorumludur.” 3; keza, “Ey iman edenler! Eğer size bir fâsık, bir haber getirirse, onu araştırın, doğruluğunu tahkik edin. Değilse bilmeyerek bir topluluğa sataşırsanız, yaptığınıza pişman olursunuz.” 4 buyurmuştur.
Peygamberimiz (asm) de, “Her duyduğunu aktarmak kişiye yalan olarak yeter” 5 buyurmuştur.
Kendime şunu soramaz mıyım?
Bu âyetlerin sesine, bu hadislerin çağrısına ölünce mi kulak vereceğim? Kur’ân’ın bir hakikatine bin ruhum olsa feda ederim diyen Üstadımın tesanüt, uhuvvet, muhabbet çağrısına kabirde mi cevap vereceğim?
Biz, birbirimizle boğuşmak için meydana atılmış topluluklar değiliz. Biz Üstadımızdan (ra) menfi ihtilâfa girmemeyi öğrendik. Menfi ihtilâfın, yani garazkârâne, adavetkârâne birbirinin tahribine çalışmanın, Peygamber Efendimiz’in (asm) dilinde merdud olduğunu öğrendik. Birbiriyle boğuşanların müsbet hareket edemeyeceklerini öğrendik. 6
Herkes kendisine bakarsa yol alır. Herkes kendi kusurunu görürse, tövbe eder. Başkasının kusurunu görürse tövbeden uzaklaşır. Rahmetten uzaklaşır.
Dünya fanidir. Hayat kısadır. Hayat birbirimizle boğuşacak kadar uzun değildir. Bu hizmetin sahibi bize nazar ediyor.
NEDEN SUSMANLIYIZ?
Konuşmak her zaman sevap değildir. Makbul de değildir.
Susulacak çok hamakat var!
Cevap yetiştirmekle hem aslî vazifemiz yara alıyor. Hem barışı bozuyoruz. Hem hakkın hatırını kırıyoruz. Çünkü Hak, hamakatin hesabını kendi sormak istiyor. Başkasına, hele bir kardeşine bırakmak istemiyor.
Çünkü kardeşe hesap sorma işi eğer vazifeli değilse tehlikelidir. Kardeşin başına kaldığı zaman, iş kör düğüm oluyor. Adalet kayboluyor. İmtihan başlıyor. Su-i zan, nefret, tarafgirlik, haset, nefis, şeytan devreye giriyor. Üç kuruşluk salih amelin varsa hepsini yakacak bir anafor oluşuyor. Ahiretin gidiyor.
Böyle durumlarda Üstadımız: “Arkadaşlardan sudur eden fena ve çirkin sözleriyle birbirine küsmesinler. Ve haysiyetime dokundu demesinler. Ben o fena sözleri kendime alıyorum.” 7 diyerek susmamızı ve işimize bakmamızı emrediyor.
İlla da konuşacaksak ve illa da ağzımızı fena sözlerle bozacaksak, şunu unutmayalım dostlar; o fena sözler kardeşten önce Üstada ulaşıyor. Orada –maazallah- yüzümüzü kızartmaya yeter!
Bu sebeple gelin, iç dünyamızda susma orucu tutalım. Ne dersiniz?
Dipnotlar:
1. Mektubat, s. 79.
2. Mektubat, s. 80.
3. İsra Sûresi: 36.
4. Hucurat Sûresi: 6.
5. Müslim, Mukaddime 5.
6. Mektubat, s. 315.
7. Lem’alar, s. 439.