"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

Gelecek kaygısı bizi Kur’ân’a mı sevk ediyor?

Yasir Özer
11 Aralık 2021, Cumartesi
Geçenlerde elime geçen bir dergiye göz gezdirirken bir yazı dikkatimi çekti. Yazı, psikoloji dünyasının prestijli kuruluşlarından APA’nın yayın organı ‘Emotion’da paylaşılan bir deney ve sonucunu konu ediniyordu.

Buna göre, genç ve sağlıklı bir gruba, gelecek kaygısı ile alâkalı bir anket yapılıyor. Katılımcıların gelecek kaygıları tetikleniyor ve beyinde meydana gelen değişimler izleniyor. Diğer bütün noktalar sabit kaldığı halde tek harekete geçen yer STRİATUM isimli küçük bir kısım. Kaygı arttıkça bu bölüm büyüyor.

İşin ilginç tarafı, aynı bölümün OKB ve ANKSİYETE denilen hastalıklarla olan sıkı irtibâtı.

Deney, buradan hareketle birçok bilginin yanında, gelecek kaygısının anksiyete ile olan korelasyonunu da keşfetmiş oluyor. Kaygıdaki ifrat halini ifade eden anksiyete, bedenin, tabiata uyumu için var edilen endişe, panik gibi halleri, yerli yerinde kullanamamasından kaynaklanıyor.

Kabaca, ıssız bir sokakta yürürken belirsiz tehlikelere karşı duyduğunuz kaygı normal iken en güvenli ortamda da aynı kaygı sürüyorsa bu, kaygı bozukluğu olarak adlandırılıyor. Eğer söylenenler doğru ise antidepresanlar en çok kaygı bozukluğu denilen anksiyete için yazılıyor.

Bu noktada ülke olarak çok kötü bir tabloya sahibiz. 2019 Şubatında çıkan bir habere göre Türkiye’de antidepresan kullanımı beş kat artmış vaziyette. 12 yıl önce 12 milyon kutu olan antidepresan ilâç kullanımının şimdilerde 60-70 milyon kutuyu bulduğu söyleniyor. Ve dahası 10 yıl sonra nüfusun yarısının antidepresan kullanacağı tahmin ediliyor.

‘The Lancet’ isimli derginin pandemi döneminde yaptığı araştırmaya göre Türkiye dünya ortalamasının çok üzerinde bir anksiyete artış oranına sahip.

Gelecek kaygısının striatum bölgesini tetiklemesinden, bu bölgenin de anksiyete ile olan bağından anlaşılıyor ki kaygı bozukluğunu besleyen en önemli faktörlerden birisi geleceğe olan bakışımız.

“Acaba ne olacak, yapabilecek miyim, bu sefer tadımızı ne kaçıracak, bir iş sahibi olabilecek miyim, filan şeye sahip olabilecek falan şeyi kaybedecek miyim?” sorularının getirdiği tedirginliklerin yekûnundan oluşan kaygıya, bir dayanak noktası olmadan tek başına ve ustaca direnmek ancak kalbi ve aklı söküp atmakla mümkün.

Bu da imkânsız olduğuna göre hayat içerisinde kafa konforunuzu bir türlü muhafaza edemiyorsunuz. 

Konumuzu ilgilendiren birçok ruhî hastalığın, çıkış noktası burası aslında.

Gelecek kaygısına çözüm olarak, ekonomik refâhı göstermek kısmen doğru, fakat sadece bundan ibaret zannetmek tamamen yanlış. Çünkü insan, sadece ekonomik ihtiyaçları karşılandığında mükemmel yaşayabilir bir varlık değil. Hareketlerine yön veren onlarca müessir var.

Komünizm döneminde taş ocaklarında çalıştırılacak insanların günlük kalori ihtiyacı hesaplanır ona göre yemek verilir ve yüksek performans beklenirmiş. 

Beklenen performans gösterilmediğinde bilerek yapıldığı düşünülüp cezaya çarptırılırmış. İnsanı tanımayan, mânevî mâhiyet ve hislerine kör olan bir fikrin, gidebileceği en ileri nokta burası.

Hem insan, sadece maddeden ibaret olsaydı ve bu ihtiyaçları karşılamakla sorun çözülmüş olsaydı, İsveç’te antidepresan kullanımı rekor seviyelere çıkar mıydı?

Dünyanın en mutlu ülkesi Finlandiya, intiharı önlemeyi bir devlet politikası haline getirir miydi? Veya Japonya da çocuk intiharları son kırk yılın rekorunu kırar mıydı? Her neyse...

Demek maddî uzuvların yanında tatmin edilmeye muhtaç başka unsurlarda var. İşte insanın mânevî cephesi tam da burada devreye giriyor.

Bediüzzaman Hazretleri, insanın mâhiyeti ile alâkalı nazara verdiği kuva, latîfe, cihâzat...vb. kelimelerle, sisteme iliştirilmiş pek çok unsurun ipucunu veriyor.

Bu unsurlar tatmin edilmezse, varoluş amacının aksine kullanılırsa ya da hiç kullanılmazsa sistemin bir yeri ârıza veriyor. Hastalığın sebebi mânevî, tesir ettiği yer maddî olunca, ârıza veren yeri -ki aslında sonuç- tedavi ediyoruz, ama problemin çıkış kaynağı bilim için kör nokta olarak kalmaya devam ediyor.

Tıpkı bilgisayar içerisinde gerçekte bir varlığı olmayan yazılımların, hatalı kullanımı ile donanımda meydana getirdiği zararı tamir edip de yazılımı göz ardı etmek gibi.

Bu yazılımlardan ve latîfelerden birisi akıl. Bediüzzaman Hazretleri tarafından ‘insanın en kıymettar cihazı’ olarak tarif ediliyor. Bu lâtîfenin öne çıkan çalışma prensibi, kâinattaki işleyişten hareketle olayları anlamlandırma, fâiline ulaşma; buradan aldığı ışıkla geçmiş ve geleceği aydınlatma.

Eğer akıl, bu işlevi yerine getirirse bütün kâinat, Yaratıcının emri arkasında hizalanmış bir olarak anlam kazanıyor. Her şeyin ölçü, kural içerisinde hareket ettiği bir âlem tasavvuru ortaya çıkıyor. Zaten tevhide varan ve hizmet eden bir akıl, tevhide en büyük emâre olan namazla kavuştuğu rahatı, dördüncü söz önümüze koyuyor.

Aksi halde, tevhide varmayan fikrî süreç, her an değişen bilgilerle aklı hırpalıyor ve durulamayan, bir kararda sabit kalamayan aklı, azap içerisinde bırakıyor. Geçmiş ve geleceğin getirdiği devasa karanlıklar içerisinde kala kalıyor. Bu karanlığın ne izâhı ne çözümü mümkün.

Edebiyatın meşhur simâlarından Tevfik Fikret, sabah ezanına yazdığı muhteşem şiirindeki itikâdını muhafaza edememiş ve İslâm topraklarını zihnen terk etmişti. Ama ne garip aynı Tevfik Fikret kopkoyu bir karanlığın içine gömüldüğünü ‘İnanmak İhtiyacı isimli şiiriyle ifade ediyordu.

İnanan-inanmayan ayrımının getirdiği bu sükûnet hali, artık imanını devamlı takviye eden ve etmeyen arasında da görülüyor. Çünkü sosyal hayat, kadim medeniyetimizin inşa ettiği gök kubbe altında yaşanmıyor artık. Başkalarının tepemize çattığı atmosferdeki havayı teneffüs ediyoruz. Bu sebeple çoğu zaman farklı fikirlerin tesiri altında kalıyoruz. Böyle kirli bir ortamda cübbe giyip de kirlenmemek pek mümkün değil.

Takviye edilmedikçe itikâdî boşluklarımız büyüyor, dünyevîleştikçe başıboş zannettiğimiz hadiselerin stresi altında kalan sistem, bir yerden ârıza veriyor. Süreç ilâçsız tedavinin mümkün olmadığı bir boyuta evriliyor.

Ne yapmalı peki?

Evvelâ, kuvvetli bir tevhid anlayışı inşa etmeli, her bilginin içerisine sızan, gücü maddeye hamleden tesadüf, Müslümanın zihin coğrafyasından sürgün edilmelidir.

Hastalık, geçim sıkıntısı, uzuv kaybı...vb her musîbetin Allah’tan olduğu noktasındaki imanî duruş sağlamlaştırılmalı, hâdiselerin bir yerlerden kopup geldikleri fikrinden, ‘gönderiliyor’ şuuruna erişilmelidir.

Ve en önemlisi, ‘fikren’ yenik düştüğünüz yerlerde, elinizden tutup kaldıracak şahs-ı mânevîler ve hakikat zeminleri keşfedilmelidir.

Okunma Sayısı: 2844
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
  • İ. Seyda

    11.12.2021 16:51:27

    Tebrik ederim. Farklı noktaları bir araya getiren, akıl ve kalp gibi duygulara hitap eden bir çalışma olmuş...

  • Neslinur

    11.12.2021 11:47:52

    Bundan iyisi can sağlığı dedirten bir yazı. Emeğinize sağlık.

  • Fikret Aydoğdu

    11.12.2021 02:34:06

    Eskilerin "teşbihde hata olmasın" diye rek verdikleri misalleri ; "teşhisde hata olmasın" diye verdiğiniz misallerle değerlendirdiniz...Buraya kadar herşey güzel de " güzel gören güzel düşünür güzel düşünen hayatından zevk alır.." kısmına insanları nasıl ulaştırabiliriz? Müslüman elbisesi giymiş bizlerde güzel görülen hasletler bu kadar yerlerde sürünürken bu iş nasıl olacak?

(*)

Namaz Vakitleri

  • İmsak

  • Güneş

  • Öğle

  • İkindi

  • Akşam

  • Yatsı