Ekseriyet kabul eder ki, sarf ettiğimiz ‘güzel söz’lerin yarısı kadar ‘güzel davranış’lar ortaya koymuş olsak değil Türkiye, dünya bile gül ve gülistana döner.
Her kademede o kadar güzel söz, güzel ‘tavsiye’ ve güzel teklif duyuyoruz ki, bin defa maşallah demek mümkün. Peki, aynı şeyi ‘güzel davranış’lar ortaya koyarak yapabiliyor muyuz?
Keşke bu soruya olumlu cevap vermek mümkün olsaydı. Türkiye’nin ve dünyanın ‘çok güzel söz’den önce ‘çok güzel davranış’lara ihtiyaç vardır. ‘Çok güzel söz’ ve ‘az güzel davranış’ dönemi bitmeli ve ‘az güzel söz, çok güzel davranış’ devrine geçmek durumundayız.
Müslümanların problemlerini değerlendiren, ilahiyatçı yazar Abdulaziz Kıranşal, bir programda şunları dile getirmiş: “Bugün 106 tane ilahiyat fakültemiz var. Bu ilahiyat fakültesinde görev yapan 10 bin akademisyenimiz var. 314 bin talebemiz, 150 bin din görevlimiz var. Bin 607 tane İmam hatip lisemiz, 44 bin tane imam hatip hocamız var. 500 bin tane imam hatip talebemiz var. Binlerce derneğimiz, vakfımız, tarikatımız, şeyhimiz, hocamız, bizim gibi yazan çizen… Peki biz ne için Peygamberimiz’in (asm) meydana getirdiği o değişimi meydana getiremiyoruz? Niçin halen sabah namazlarında camilerimiz boş? Niçin Kur’ân okuma oranı bu kadar düşük? Niçin tesettürle buluşma oranı bu kadar düşük?”
Kıranşal’ın dile getirdiği bir husus daha var ki çok acı. Bir kısım insanların neredeyse dinden, imandan, hocadan, sohbetten, vaazdan kaçacak hale geldiğini ifade eden ilahiyatçı yazar şöyle demiş: “İnsanlar sözlere bakmıyorlar artık. İnsanlar davranışlara bakıyorlar. Meselâ eğer biz adaletten bahsediyor ve adaletsizlik yapıyorsak, haktan bahsediyor ve haksızlık yapıyorsak, kul hakkından bahsediyor, kul hakkına giriyorsak ve bunları da biz kendimiz söylüyorsak ve bunları yapmıyorsak bu sözler kime tesir edebilir?” (Yeni Asya, 13 Ekim 2020)
İnsanlar bilhassa son zamanlarda “dinden, imandan, hocadan, sohbetten, vaazdan kaçacak hale geldi”yse bunun sorumlusu kim olabilir? İsterseniz önce şunu soralım: Bu tesbite itiraz eden bir insaf ehli var mıdır? Yani insanlar en hafif tabiriyle ‘dini sohbet’den kaçmıyor mu? Ve bu kaçış kimlerin zamanında oluyor? Bunu düşünmek, bunu tartışmak, bunu sorgulamak ve buna çare bulmak icap etmez mi?
Ayrıca, “Biz adaletten bahsediyor ve adaletsizlik yapıyorsak, haktan bahsediyor ve haksızlık yapıyorsak, kul hakkından bahsediyor, kul hakkına giriyorsak” tablosu yaşanmıyor mu?
Bütün bunlar yaşanırken, Türkiye ‘uzay’a çıkmış olsa bir anlam ifade eder mi? “Esas mesele bunlardır. Bu meselelere çare arayalım” diyenler niçin kınanıyor? Mülkün temeli olan ‘adalet’in olmadığı bir yerde velev ki ‘millî gelir’ yüksek olsa Türkiye düzlüğe çıkar mı? Bütün bunlar hepimizin problemi değil mi? Bunları dile getirmek yanlış mı? Daha da önemlisi, bunları bugün değil, belki de yarım asırdır dile getirenler niçin dinlenmedi?
Çare bellidir, bir daha hatırlayalım: “Eğer biz ahlâk-ı İslâmiyenin ve hakaik-i imaniyenin kemâlâtını ef’âlimizle izhar etsek, sair dinlerin tâbileri, elbette cemaatlerle İslâmiyete girecekler; belki küre-i arzın bazı kıt’aları ve devletleri de İslâmiyete dehâlet edecekler.” (Bediüzzaman Said Nursî, Hutbe-i Şamiye)
Diğer dinlerin tabilerini dahi ikna için ‘söz değil, fiil’ gerektiğine göre cilâlı sözleri bir yana bırakıp fiillerimizde konuşmalıyız, vesselâm.