Uçsuz bucaksız bir sahranın ortasında, kupkuru bir çölün içinde; nereden geldiği belli olmayan, nasıl hayata tutunduğuna akıl sır ermeyen, beyaz mı beyaz, güzel mi güzel, zarif bir gül yaşarmış.
O yakıcı güneş, kavurucu sıcakta nasıl yaşamayı başardığına onu gören herkes şaşarmış. Çöl bu, gece olunca ayaz olur, bizim gül, yapraklarıyla başını örter, içine kapanır soğuktan korunurmuş.
Gündüz olunca da yakıcı sıcak ona, Allah'ın hikmetiyle hiç zarar vermezmiş.
Gülün bir özelliği varmış; şükür, evet şükür. Hiç halinden şikâyet etmez, hep şükredermiş.
Gülün içinde öyle bir azim, öyle bir şevk varmış ki; o çetin ortamda bile kısa sürede serpilmiş, boy atmış, tomurcuklanmış, "Belki çölün ilerisindeki tepenin ardını görürüm" diye.
Bazen de: "Şu yoldan birileri geçse de selamlaşsam, burada yapayalnızım." diye üzülürmüş.
Arada sırada bir yolcuya rast gelir, onlara gülümsermiş.
Eğer gelip geçenler hüşyar ruhlu, hüdabin iseler gülün dilini anlar, onunla yarenlik eder halleşirlermiş.
Bir gün iki arkadaş çölden geçerken bizim güle rastlamışlar. Hayretengiz bir halde: "Çölün ortasında bu kar beyaz zerafet! Bu güzellik! Yani?..
Nasıl olabilir? Aman Allah'ım!.." diyerek, kendi aralarında konuşmuşlar.
Hüşyar ruhlu olanı beyaz gülle koyu bir muhabbete dalmış. Diğeri: "Ya arkadaş! Sen kiminle konuşuyorsun? Bunun sesi, soluğu yok ki! Bu bildiğin sıradan bir çiçek!" demiş.
Hüşyar ruhlu olanı: "Yahu! Kim demiş gül konuşmaz diye! Halbuki beyaz gül Allah diyor; Ya Cemil, Ya Mukaddir, Ya Müsavvir, Ya Mütahhir, diyor. Duymuyor musun? Beyaz gül muhabbet diyor, aşk diyor, Cennet diyor. Beyaz gül umut vadediyor. Beyaz gül Allah'ı hatırlatıp, iman tazeliyor.
Kardeşim, acaba kalp kulağı ile mi dinlesen?’’
İşte bizim beyaz gül, çölün ortasında tüm güzelliği ile oracıkta, yapayalnız yıllarca yaşayıp durmuş.
Bir başka gün oradan geçen başka yolcu gülün yalnızlığına çok üzülmüş. Beyaz gülün yanına kırmızı bir gül getirip ekmiş. Gül, kendine benzeyen bu arkadaşının güzelliğine hayran olmuş.
Yan yana, samimî, candan iki dost olmuşlar.
Kırmızı gül geldiği diyarları anlatmış beyaz güle. Hemcinslerinin varlığından haberdar etmiş.
Gül bahçesinin güzelliğini, elvan elvan renklerini, mis gibi rayihalarının taa uzaklardan geldiğini.
Bir de bülbülü anlatmış. Güllere aşık bülbül dostunu, onun cıvıltılarını, söylediği şarkıları, yaktığı ağıtları. Ve bülbülün o şelale misal hazin sesini duyan güllerin nasıl ağladıklarını, yapraklarından hüzünle şebnemlerin nasıl damladığını, hepsini, her bir şeyi anlattıkça; bizim beyaz gül de hayretinden yaprak yaprak, gonca gonca açılmış.
Beyaz gül de başından geçenleri, yalnızlığını, çöl fırtınalarında nasıl hayatta kalmaya çalıştığını, ama içindeki sevgi, fıtratına dercedilen muhabbet sayesinde, belki de Rabbinin ikramı olarak işte bir gün kırmızı gülün karşısına çıktığını anlatmış.
İki arkadaş çok duygulanmışlar. Birbirlerine olan muhabbetleri derinleşmiş. Artık ruh ikizi gibi olmuşlar. Böylece günler günleri, aylar ayları kovalamış.
Gün geçtikçe kırmızı gülün yaprakları solmaya, boynu bükülmeye başlamış, çölün çetin şartları onu zorlamaya başlamış. Sevgili dostunun bu durumuna üzülen beyaz gül, dostunun hayatta kalabilmesi için; beyaz gülün can suyu canına, kokusu dalına, zarafeti ruhuna hayat olmuş, yaprakları da kırmızı gülü bir şemsiye gibi sarmış.
Beyaz gülün sevgisi, vefası kırmızı gülün kurtuluşuna vesile olmuş. Yine eski güzel günlerine dönmüşler.
Çölde esen rüzgarlar neticesinde, kırmızı ve beyaz gülün tohumları etrafa saçılarak çölün ortasında bir gülistan oluşmuş.
Vefanın, sevginin timsali olan bu gül kardeşler, gül gibi geçinip gitmişler.
Ardında bir hoş sadâ bırakarak...
(Bizim Aile, Mayıs 2025 sayısından alınmıştır.)