1209’da Paris’de toplanan Sinod, tabiî ilimlere ait eserlerin okunmasını “günah” sayarak papazları bundan ötürü azarladı.
Böylece dinî tazyik, vücuda getirici dehâyı daha başlangıçta boğuyor, her şahsî başarıyı önlüyor, odun yığınları üzerinde yakılma ve müsadere, “Kilise Doğması”na uygun düşmeyen her fikrî faaliyeti engelliyordu. Şurası da açıktır ki, nerede taassub, dinî toleransa galip gelirse, bilâhare İslâm Dünyasında da olduğu gibi, ilim derhal durur.
İslâm dünyasında ise, galip bir devletin sulh anlaşması şartı olarak, silâh ve harp gemilerinin teslimini istemeğe itina göstermesi gibi, Hârûn-ür-Reşid de, Amoria ve Ankara’nın fethinden sonra aynı itina ve titizlikle eski Yunan el yazmalarını ister.
Bugünkü günde mağlûptan, maden kuyuları, harp bakımından önemli sınaî tesisler, mahvedici yeni silâhların imâl plânlarıyla birlikte mûcitleri istenirken, İslâm dünyasında El-Me’mûn, Bizans Kralı 3. Michael’e karşı kazandığı zaferden sonra, tazminat olarak antik filozofların henüz Arapçaya çevrilmemiş eserlerini, gerçek bir barış tesisine yarayan fikrin silâhlarını ister. Çünkü kitap istikameti tâyin eder. İlim, sulha götüren bir elçi vazifesi görür.