Onca ilmine, onca feyzine faziletine ve kabiliyetlerine rağmen Üstad Bediüzzaman’ın:
“Ben bir hiçim.. Ben bir kuru çubuk hükmündeyim.. Ben ders arkadaşınızım... Ben kendimi beğenmiyorum, beni beğenenleri de beğenmiyorum.. Bütün dünya beni medhetse, beni inandıramazlar ki ben iyiyim...” demiştir.
Niçin hemen herkesin gıpta ile hayranlıkla şahit oldukları onca meziyetlerini, istidatlarını nazarlardan saklıyarak gizli tutuyor?
Evet Üstadın: “Kendi nefsini ıslâh etmeyen başkasını ıslâh edemez” beyanı çerçevesinde yukarıdaki ifadelerdeki muhatabın kendi nefsi olmakla beraber, bütün ehl-i dine ikaz ve tavsiyelerde bulunuyor.
Nitekim Lemaat adlı Risalesinde de; “meziyetin (üstün özellik) varsa hafa (gizlilik) türabında (toprak) kalsın. Ta neşvünema (büyüme, gelişme) bulsun” gibi açık bir ifade ile kendilerinde göze çarpan bir meziyet bir özellik bulunan insanların tıpkı kendisi gibi bu özelliklerini kamufle ediyor Bediüzzaman.
Kişi Üstadın ikaz ve tavsiyelerini dikkate alarak meziyetlerini kamufle ederse veya etmese ne olur? Bu durumda da Üstad ne diyor: “Ey zihassa-i meşhure! (değerli özelliklere sahip kişi), Taayyünle (meydana çıkma) zulmetme. Eğer perde-i hafanın (gizlilik perdesi) altında sen kalırsan, ihvanına verirsin ihsan ve bereketi.”
Demek oluyor ki kendisinde var olan bazı meziyetlerin, bazı istidatların saikiyle devamlı vitrinlerde, sürekli ön saflarda bulunmayı adet haline getiren kişi farkında olmadan din kardeşine perde oluyor, dolayısıyla haksızlık hatta zulm etmiş oluyor. Böyle yapmayıp, o göze çarpan meziyetlerini kamufle ederek, biraz da arka planda durabilme kemalatını gösterirse de din kardeşine ikram ve ihsanda bulunuyor o kişi.
Bu durumu te’yid eden Üstadın şu tesbitlerine de bakalım: “Eğer taayyün edip (meydana çıkıp) perde altından çıksan, mükerrem iken altında, üstünde zalim olursun. Güneş iken orada, burada gölge edersin. İhvanını düşürttürüp hem nazar-ı hürmetten. Demek taayyün ve teşahhus (şahıs olarak görünme) zalim birer emirdir. Sahih doğru böyle ise, hem de böyle görürsün.”
Her şeyden önce verilen istidat, meziyetlerin ve özelliklerin birer ihsan-ı İlâhî, birer ikram-ı Rabbanî olduğunu unutmamak gerekir. Bu durumu kulak ardı edip, kişi o kabiliyetleri, doğrudan doğruya kendisinden bilip onları sahiplenme yanlışına düşerse, bilerek veya bilmeyerek yanlış yollara sapmış olur.
Tıpkı Üstadın ifade ettiği gibi kendi aczine, fakrına hatta cehline binaen, Yüce Allah tarafından kendisine o meziyetlerin, verildiğini derk ederse mesele yok. Böyle yapmayıp, kendisinde var olduğu zehabına saplanıp o meziyetlerin kendinin birer hüneri olduğu vartasına düşerse, işte o zaman; pederane ve mürşidane bir tavır içine girer. Ve çok geçmeden kendinde bulunduğunu zannettiği bazı istidatların saikiyle yalnız başına yoluna devam eder. Ki geçmişten bu güne baktığımızda bazı üstün özelliklerin bulunduğunu zanneden kişiler olduğunu görüyoruz.