Bana “mutluluğun resmini çizebilir misin” diye sorsalar, çocukluğumun bayram sabahlarını çizmek isterim.
Kalbinde masumiyet isimli bir serçenin pırpır ettiği, birer Ramazan kuşlarıydık hepimiz. Ramazan eskiden bir başka gelirdi.
Küçük evlerimizde, büyük iftarlar verilirdi. Süslü yemek takımlarımız ve bilmem kaç kişilik masalarımız yoktu. Saflarımız sıktı, gönülün sığdığı yere sığabiliyorduk o zamanlar.
Her akşam yatmadan evvel; annelerimizi sıkı sıkı tembihler, “bugün beni sahura kaldır ha, sakın unutma” der, dua edip öyle uyurduk: “Yattım Allah kaldır beni, nurlarına bandır beni. Sahur vaktinde uyandır beni.”
Sahur sofralarımızda bol çeşit olmazdı. Annelerimizin akşamdan açtığı hamurdan yapılan bazlamaların kokusu dolardı evlerimize. Televizyon eşlik etmezdi yemeğimize. Radyoda sevdiğimiz bir şarkıya rast gelmişiz gibi dinlerdik sabah ezanını.
Çok küçük çocukların orucu öğle vaktine kadardı. Hazırlanan iftar yemeklerinin “tuzuna bakmak” çocuklara caizdi.
Ramazan ayı akşam ezanından sonra sokakta oynamamıza izin verilen tek aydı. Teravihe kadar çocuk sesleri doldururdu mahalleleri. Hava karanlık, mevcut kalabalıktı. Saklambaç için bütün şartlar yerindeydi.
Teravihten önce el ele, kol kola oynayan çocuklar, teravihte yan yana durmaz, birer ikişer büyüklerin arasında namaza dururdu. Bir çocuğun kıkırtısı, domino taşı etkisiyle, bütün bir saftaki çocukların kahkahasına dönüşürdü çünkü.
Yanıldığımız vitr namazı tekbirlerinin hatrına, vukuatsız ayrılırdık camilerden.
Göz açıp kapayıncaya dek geçerdi mübarek. Bu kere de bayram hazırlıkları başlardı. Evler temizlenir, hamur açılır, baklavalar yapılırdı. Bayramlık ev baklavasının “ahretliği” yaprak sarması da ihmal edilmezdi elbette. Çocuk sayısı fazla olan evlerde, annelerin işi zordu. Tencerede sarma birikmezdi.
Her bir hazırlık sırasıyla yapılır, arefe günü ikindi vaktinden evvel memlekete ayak basılırdı. Ardından yapılan kabir ziyareti, adeta bütün bir köyün yoklamasının alınması gibiydi. İkindi namazı cemaatle kılınır, sonra hep birlikte mezarlığa çıkılırdı.
Anadolu’da mezarlıklar bir tepenin yüzüne kurulur. Gençken o tepeyi bir nefeste tırmananlar, yaş kemale erince bu defa bir arabanın içinde çıkarılır yukarıya.
O ihtiyarlar bilirdi ki “yine bir arabanın içinde ve fakat vefat etmiş olarak” mezarlığa çıkarılacakları ve bir tepenin yüzünde akrabalarına komşuluk edecekleri günler yakındır.
İşte her yıl bu devir daim’e şahit olduğumuz kabir ziyaretleri, çocuk kalplerimize dahi şiddetle tesir eder, pek bir mahzun inerdik o tepeden.
Son iftarı yaptığımız akşamın gecesinde, “cırt cırtlı” ya da ışıklı ayakkabılarımız ile bayramlık elbiselerimiz başucumuzda, üç beş çocuğun bir arada yattığı uzun yer yataklarında uyurduk.
Uykulu gözlerle uyandığımız bayram sabahlarında, bizden daha erken kalkmış babannem, abdest almış ve camiye gidecek olan her bir çocuğa şeker verip şöyle derdi: “Alın bakalım, yiyin. Bugün bayram, bayram günü şeytan oruç tutarmış.”
Ramazan Bayramı sabahında, tatlı bir şeyler yemenin Peygamberimizin sünneti olduğunu çok sonradan öğrendim.
Erkenden gittiğimiz bayram namazlarında, uyuşuk dizlerimizle, hoca efendinin “bayramda küslük olmaz” vaazlarını dinlerdik. Mahalledeki küstüğümüz arkadaşlarımız gelirdi aklımıza.
Cami çıkışında, önce, tek bir fire bile vermeden bütün cemaatle, eve gidince de sıraya dizilir bütün bir aileyle bayramlaşılırdı. Sonrasında bayram tamamen çocukların olurdu.
Çikolatalı şekerler, kolonya kokulu eller, türlü oyunlar.
Mutluluğu satın alabilecek miktarda harçlık, her çocuğun cebindeydi.
Bir zamanlar Anadolu’da bayramların tapusu, çocukların üzerineydi.