İlâhî dinlerin ve İslâmın çekirdeği peygamberlerdir.
Güneş ışıksız olmadığı gibi, ulûhiyet de enbiyâsız olamaz. Mükellef ve sorumluluk da peygamberlerin gönderilmesiyle olmuştur. Bu bakımdan Cenâb-ı Hak Kurân’da, “Peygamber gönderilmeyen kavimlere azap edilmeyeceğini” bildirmiştir.
İnsanın, doğruyu, gerçeği ve hakîkati görebilmesi için, peygamberin yolundan gitmesi ve onun rehberliğini benimsemesi şarttır. Eğer bir insan, aklına ve istifâde ettiği felsefî bilgilerine güvenip, peygamberi hafife alır veya önemsemez ise, nefsinin, egosunun ve şeytanların oyuncağı olur.
Münâfıkâne ve aldatarak iş gören deccalizmin zulümâtlı karanlıklarını, güneş gibi parlayan sünnet-i seniyye yok edebilir. İşte bu bakımdan ekmek, hava ve su kadar elzem ve ehem olduğu için, ilk insan Hz. Âdem, peygamber olarak gönderilmiştir. İlâhî dinlerin, İslâmın ve kitapların çekirdeği de enbiyâ ile ekilmiştir. Kurân, Tevrat, Zebur, İncil ve Suhufların şifre ve anahtarları da enbiyâya verilmiştir.
Zîra, bu İlâhî kitapları en doğru şekilde açıklayıp izah eden de yine enbiyâ olmuştur.
Kurân’ı; sözleri, fiileri, takrirleri ve yaşantısı ile, en iyi ve en mükemmel şekilde tefsir edip açıklayan da sevgili nebîmiz olmuştur. Kurân’ı ilk tefsir edip yaşayan o olmuştur. Dünyanın her tarafına yayılmış bu koca İslâm ağacını görüp, çekirdeği olan sevgili nebîmizi görememek ahmaklık değil midir?
İşte bu bakımdan aklına, ilmine, enâniyetine ve fesefesî düşüncesine güvenip sünnete zıt haraket eden kişiyi Bediüzzaman hazretleri, uzun bir minare ile semaya çıkmaya çalışan Firavun’a benzetmiş ve şöyle demiştir: “Sünnetleri sanki semâdan tedelli ve tenezzül eden (semâdan sarkıp inen) ipler gibi gördüm ki, onlara temessük eden (onlara tutunan) yükselir, saâdetlere nâil olur. Muhâlefet edip da akla dayananlar ise, uzun bir minâre ile semâya çıkmak hamâkatinde bulunan Firavun gibi bir Firavun olur.” (Mesnevî-i Nûriye, s.67)
Îman, ihlâs, istikâmet, sadâkât, hadis, takvâ, tefekkür ve sünnet üzere kalınız.