Rahmetli Selâhaddin Vatansever’i anlatan bir hatıra...
SELÂHADDİN YAŞAR
[email protected]
Yetmiş iki yılı Ağustos ayının son günlerinden biriydi.
İstanbul’a ilk defa o gün gelmiştim. Uzun süren yolculuğun ve gün boyu avare gezmenin yorgunluğu ile bitkindim. Şehre, insanlara, şartlara yabancıydım. Sadece, geleceğimden haberdar olan ‘Nurcu’ arkadaşların beni bulunduğum yerden alıp dershaneye götüreceklerini biliyor ve onları bekliyordum.
Ben bulunduğum yeri bile tarif etmekte zorlanırken akranım iki genç gelmişti yanıma. Ben en azından orta yaşı geçmiş insanlar beklediğim için onların olacağına ihtimal vermediğimden, memlekette iken dinlediğim dolandırıcılık hatıralarının da tesiriyle mütereddit, hatta endişeli idim. Onlar halimi anlayınca kendilerini tanıtmışlardı. Biri çantamı alırken diğeri koluma girmişti.
“Beni nasıl tanıdınız?” demiştim.
“Yabancılığından” demişlerdi.
O zaman, içinde bulunduğum hale de yabancı olduğumu anlamıştım,ama bu yabancılık hissi beni endişeye sevk etmemişti. Arkadaşlar da bana bir yabancı gibi değil ‘kırk yıllık dost’ samimiyetiyle davranmışlardı. Yol boyu, şu anda ne olduğunu hatırlamadığım pek çok güzel şey anlatarak yolculuğun yorgunluğunu unutturmuşlardı.
Dershanede kendimi, uhuvvet içinde kaynaşan muhabbet ehli insanların arasında bulmuştum. Dershane hayatına da cemaatin ahvaline de yabancıydım, ama samimiyetlerinden olsa gerek, aralarına karışmakta hiç yabancılık çekmemiştim. Onlarla birlikte huşu içinde okunan bahisleri dinlemiştim.
Derslerden ve ikramlardan sonra sıra tanışma faslına gelmişti. Böyle bir faslı ilk defa yaşayacağım için heyecanla ve dikkatle takip etmiştim. Sırayla herkes adını, soyadını, memleketini, mesleğini söylüyordu. Arada bazıları teamülü aşıp farklı şeyler anlatarak cemaati güldürüyordu. Ben anlatılan hallere yabancı olduğumdan pek gülmemiştim.
Tanışma sırasında herkes ismine vurgu yaparken benim dikkatimi soyadları çekmişti: Vatansever, Yurtsever, Albayrak soyadları çekilen vatan hasretinin tezahürü gibiydi. Tuna, Tunaboylu, Arda, Güreler, Üsküplü, Dobrucalı, Kosovalı, Deliorman, Kalkandelen, İskeçeli soyadlarından, cemaatin kahir ekseriyetinin Balkan göçmeni olduğunu anlamıştım.
“Selâhaddin, Selâhaddin…”
Ardarda bu isimler söylenince çıkmıştım daldığım Balkan düşüncelerinden. O zamana kadar kimseye ismimi söylemediğimden adımın tekrarlanmasına şaşırmıştım. Benim adımın söylenmediğini, yanımdaki arkadaşların kendilerini tanıttıklarını, cemaatten orta yaşlı birinin mülâtafeli müdahalesi ve bir diğerinin ona muhatap olması ile anlamıştım.
“Bu olmadı işte.”
“Neden?”
“Şimdiye kadar iki Selo vardı, birbirinden kolayca ayırıyorduk. Şimdi bir Selo daha geldi. Onları nasıl ayıracağız?”
“Onun kolayı var.”
“Neymiş kolayı?”
“Eskilerin boylarını esas alır Tercan’a ‘kısa’; diğerine,Vatansever’e ‘uzun’ deriz, olur biter.”
“Yenisine ne diyeceğiz?”
“Ona da ‘Yabancı Selo’ deriz.”
“Bak bu olur işte.”

Öyle de olmuştu. O günden sonra herkes bana ‘Yabancı Selo’ demişti. Bu sıfatta benim Balkan göçmeni olmamamın da tesiri vardı elbette, ama ben muhabbet tezahürü olan o sıfatı kabullenmiş, sevmiş ve o ‘yabancı’ sıfat ile hitap edildiği yerlerde kendimi hiç yabancı hissetmemiştim.
O günlerde alınmıştı, dershanede kalanların büyük Risalelerden birini günlük okuma tarzında bitirme kararı. Kitabı bir ay içinde bitirenlere, bitirdiği kitabın verileceği de söylenmişti. Ben hemen Mektubat’ı almış ve ilk defa bir Risale sahibi olma ihtimalinin de teşviki ile bir haftada bitirmiştim.
O hafta sonu, mutad dersi müteakip Mektubat’ı bitirdiğimi söylediğimde arkadaşlar sevinmişlerdi. Ben, bitirdiğimden emin olmaları için kitabın çeşitli yerlerinden sorular sormalarını beklerken onlar sözüme güvenmişler ve hiçbir şey sormadan tebrik etmişlerdi. Ben elimdeki Risalenin bana verilmesini beklerken ‘Uzun Selo’ dikkat çekici hareketlerle kalkmış, diğer odaya gitmiş bir kitapla geri dönmüştü.
Salonun ortasına gelmiş ve kitabı göstererek bunun aldığı ilk Risale olduğunu, yıllarca okuduğunu, Külliyatını yenilediği için Üstadın her Risaleyi en az yirmi beş kişiye okutmak tavsiyesine uyarak ilk Külliyatını hediye etme kararı aldığını söylemişti. Ardından yanıma gelmiş, elimden tutarak ayağa kaldırmış ve kitabı bana uzatmıştı.
Deri ciltli, kırmızı, altın yaldızlı, tezhipli; kalın, şeffaf, jelatinimsi tabaka ile kaplanmış bir Mektubat’tı bu. Kitabın, parası zor tedarik edilerek hevesle alındığı, itina ile korunduğu, dikkatle tekrar tekrar okunduğu belli idi. Verirken eli, konuşurken sesi titremişti.
“Ömür fâni, ölüm âni” demişti.
“Ne olmuş yani?” demiştim ben de.
Gülümsemişti. Yüz hatlarında ‘Beni bununla anarsın’ der gibi bir mânâ vardı. Ondan sonra her karşılaşmamızda selâmdan sonra o kelâmı söyler ve gülerdi. Uzun, kısa, yabancı sıfatlarını nazara vererek birlikte yaptığımız bazı hizmet ve hayat hallerini tahattur ederdik. Bazen kalabalığı bahane ederek görmezden gelirsem, kalabalığa aldırmadan ardımdan seslenirdi:
“Hey yabancı.”
Kast-ı mahsusla yerinden kımıldamadığı için bana, onun yanına gitmek kalırdı. Selâm, musafaha, muanakadan sonra işe, aceleye, başkalarının beklemesine bakmadan, ayaküstü birkaç hatırayı yâd ediverirdik.
Ondan çok uzaklarda olduğum bir zamanda âniden vefat haberini alınca, bu hatıra canlandı zihnimde. Gayr-i ihtiyarî kütüphanemde, Risale-i Nurlar’ın bulunduğu rafa baktım. Yeni tanzim Risalelerle Külliyatımı yenilediğim için üst raflarda kalan o Mektubat’ı aldım. Tabiî kâğıt ve mürekkep karışımından husûle gelen o eski Risale rayihasını içime çekerek sayfaları çevirirken, satır altları, diğerlerinden farklı olarak yeşil renkli kalemle itina ile çizilen bir paragraf dikkatimi çekti.
Bediüzzaman Hazretleri, istinsah ettiği Risaleyi tashih için kendisine getiren talebelerine, o ‘Risalenin hurufatı adedince’ diyerek duâ edermiş. Ben de o paragrafı; başta Peygamber Efendimiz (asm) olmak üzere bütün peygamberânın, ashabın, Bediüzzaman’ın, Nur Talebelerinin, mü’minâtın ve Selâhaddin Vatansever’in ervahına, Mektubat’ın hurufatı adedince rahmet niyazı ile bir daha okudum:
“Sizlere müjde! Mevt idam değil, hiçlik değil, fenâ değil, inkıraz değil, sönmek değil, firak-ı ebedî değil, adem değil, tesadüf değil, failsiz bir in’idam değil; belki bir Fâil-i Hakîm-i Rahim tarafından bir terhistir, bir tebdil-i mekândır, saadet-i ebediye tarafına, vatan-ı aslîlerine bir sevkiyattır, yüzde doksan dokuz ahbabın mecmaı olan âlem-i berzaha bir visal kapısıdır.”
Aradıkları Nuru Süleymaniye’de buldular
(…) Nezarethane oldukça kalabalıktı. O gecenin akabinde bazı tarikat mensuplarını, vakıf, kuruluş, teşkilât, tarikat, tekke, cami yaptırma derneği mensuplarını, Kur’ân dersi veren hocaları da nezarete almışlardı.
O zamana kadar ayrı ayrı köşelerde kendi derdine düşerek yılgın ve üzgün bir vaziyette çaresiz bekleyen cemaat mensupları, Nurcular gelip aralarına karışarak hemen kaynaşınca biraz hareketlendiler. Onlardan bu yakınlığı gören Nurcular ise nezarette değil de bir dershanedeymiş gibi muhabbete başladılar.
Bu hal, pilot astsubay Ali Demirel’den gelen telefonun, Başbakan Süleyman Demirel’in kardeşi Ali Demirel’den geldiğini zanneden komiserin, ifadelerini aldıktan sonra Nurcuları ve diğer cemaat mensuplarını serbest bıraktığı zamana kadar devam etti.
O gün nezarethanede Nurcular’ın dışında beş-on tane farklı cemaatin mensubu da bulunduğu halde, gazete ve radyolar sadece Nurcular’ı nazara veriyor ve daha önce de yaptıkları gibi yine diğer İslâmî cemaatların hususî faaliyetlerini de Nurcular’a mal ediyorlardı.
Bu yalan ve yaygara dolu haberler İslâm dinini bilmeyen ve Nurcular’ı tanımayan bazı gençlerin merak hislerini canlandırdı. Hasan Yalçın, Selâhaddin Vatansever, Dursun Kurnaz, Selâhaddin, Cafer Tercan, Yılmaz Günaydın, Tahir Şehidoğlu, Raif Öztürk, Süleyman, Vedat, Vehbi, Nejat, Ahmed, Ramazan ve arkadaşları, Merkez Camii’nde zaman zaman toplanıp Risale okudukları Mehmed Ali Er’den biraz bilgi aldıktan sonra, Bayrampaşa’dan kalkıp Süleymaniye’ye Nurcu aramaya gittiler.
O zamana kadar hiç Nurcu görmediklerinden ve Nurcular’ın şekillerini, hallerini, tavırlarını bilmediklerinden, o gün kimseyi bulamadılarsa da, çok geçmeden kader onları Fırıncı’nın annesinin mevlidinde Nurcular’la bir araya getirdi. Orada Kutlular’ın dersini dinleyip Fırıncı’yı, Birinci’yi, Abdulvahid’i tanıyınca, onlar da Nurun ebedî birer hâlesi oldular. (Muhabbet Fedaileri’nden)
