Şunu kesin bilelim ki, Cenab-ı Hak kimseye dayanamayacağı ve sabredemeyeceği bir yük yüklemez. Kaldıramayacağı bir musibet, hastalık ve ölümle sınav yapmaz.
Eğer perde-i gayb açılsa, sıkıntı ve sınavlar karşısında bize verilen mükâfat ve ecirleri görsek, iyi ki bu imtihan bana verilmiş. Bu ecir, sevap ve mükâfatlar karşısında benim çektiğim zahmet ve sıkıntılar çok az bir şeymiş. Devede kulakmış, deriz.
Başımıza gelen her şey güzeldir, hoştur ve tatlıdır ve bizzat güzeldir. Buna "hüsn-ü bizzat" denir. Ya da sonuç itibariyle güzeldir. Buna da "hüsn-ü bilgayr" denir.
Bir hanımın çocukları yaşamıyordu. Bu kadının 20 çocuğu öldü. Kadın, hüzünlü hüzünlü ağlayıp inliyordu. Ciğeri yanıyordu. Fakat isyan etmeyip sabrediyor ve şükrediyordu.
Nihâyet bir gece rüyâsında; yemyeşil, güzel, kusursuz ebediyet yurdu Cenneti gördü. Hayatında ilk defa gördüğü o şatafatlı ve göz kamaştırıcı ve cazip güzelliklere mest oldu. Tesellî buldu, mutlu oldu ve rahatladı.
Köşklerden birinin üzerinde adının yazılı olduğunu gördü. Köşkün bahçesine girdi. Orada, çocuklarının gülüp oynadıklarını, neşelendiklerini ve sevinçli hallerini gördü.
Kadın, bu sevinç ve neşe içinde iken: "Bu imkânlar sana ölümlere ve musibetlere sabretmen karşılığında verildi" diye bir ses duydu.
Bu sesi duyunca kadın şöyle dedi: Ya Rabbi! Ben kaybettim ama sen kaybetmemişsin!
Mevlâna Hazretleri bu hikâyesinin sonunda şöyle bir yorum yapmıştır: "Evet, insan gaybı gören bir göze mâlik olmadıkça gerçek insan olamaz. Her meyvenin içi kabuğundan iyidir. Teni kabuk, sevgiliyi iç bil! İnsan pek güzel bir içe mâliktir. Hakîkî insan isen bir an olsun o içi ara." (Mesnevî, Mevlâna, s. 274.)
Ben de diyorum ki: Dünya kabuk, ahiret ve Cennet içtir. Dünya gölge, ahiret ve Cennet asıldır. Dünya imtihan yurdu, ahiret ve Cennet imkânlar yurdudur. Dünya ihtiyaçların bitmediği bir ülkedir. Cennet ise bütün ihtiyaçların giderildiği bir ülkedir. Dünya fânî, Cennet ise sonsuz, sevinçli ve sürurlu bir mutluluk ülkesidir.
İman, İslâm, ihlâs, ilim, Kur'ân ve sünnet üzere kalınız.