Din adına yapılan uluorta, dengesiz ve yanlış veya yetersiz konuşmalar hem dine zarar veriyor, hem de özellikle din hakkında bilgisi olmayan ve yetiştiği çevre itibarıyla dine mesafeli, uzak, hattâ yabancı ve karşıt bir duruşu olan insanlarda yol açtıkları yanlış algı sebebiyle onların dine büsbütün sırt çevirmelerine yol açıyor.
Bu, vebali çok ağır olan bir sorumluluk.
İslam toplumunun hastalıklarını geçen asrın başında vukuf ve isabetle teşhis etmiş olan Bediüzzaman’ın da dikkat çektiği bir mesele.
İstanbul gazetelerine yazdığı makalelerde, Hürriyete Hitap nutkunda ve Toptaşı’ndaki doktorlarla muhaveresinde, “Vaizleri dinledim, nasihatleri bana tesir etmedi” diyerek, sebeplerini tahlil ve çözümünü ortaya koyma babında yaptığı açıklamalar bunun örneği.
Orada diyor ki: “Kasavet-i kalbimden (kalbimin katılığından) başka üç sebep buldum.”
(Burada, önce nefsini sorgulama disiplininin çok güzel bir örneğini daha görmekteyiz.)
Bir: Vaizler, eski devirlerde geçerli ve tesirli olan anlatım tarzını bugün de devam ettiriyorlar. Oysa bugünün şartları çok farklı. Eskiden taklit ve teslime dayanan bir dindarlık vardı. Onun için, yapılan tebliğlerin parlak tasvirlerle dillendirilmesi insanlar üzerinde etkili oluyordu. Ama bugün akıl ve bilim çağı. Tasvir yetmiyor, anlatılan şeylerin muhatabı ikna ve tatmin etmesi gerekiyor.
İki: Dinin emirlerini yapmaya teşvik eder ve yasaklarından sakındırırken, dinin getirdiği dengeyi bozacak tarzda mübalâğalı söylemler kullanıyorlar. Bir gece iki rekât namaz kılmayı hacca ve gıybeti zinaya denk göstermek ya da çok sonra sıra gelecek birtakım hususlara öncelik vermek gibi.
Üç: Halin ve zamanın gereğine riayet etmiyor, muhatabın durumunu dikkate almıyorlar. İnsanları eski zaman köşelerine çekiyorlar.
Üstad bu tesbitleri yaptıktan sonra diyor ki:
“Vaizlerimiz hem âlim-i muhakkik (araştırıcı âlim) olmalı, tâ ikna ve ispat etsin; hem hakîm-i müdakkik (dikkatli ve hikmet sahibi) olmalı, tâ muvazene-i şeriatı (dindeki dengeyi) bozmasın; hem beliğ-i muknî (ikna gücüne sahip) olmalı; tâ mukteza-i hal ve ilcaat-ı zamana muvafık (hal ve zamanın icabına uygun) söz söylesin.”
(Eski Said Dönemi Eserleri, s. 97 ve 143)
Bu tesbitler Cuma hutbeleri için de geçerli.