Keyfiyet (kalite-nitelik), daima kemiyete (çokluk-nicelik) tercih edilmeli.
Fakat bu keyfiyet, bilhassa hizmet-i nuriye ve imaniye dairesinde “tek olmak, tek başına kalmak” şeklinde anlaşılmamalı ve mana itibariyle o seviyeye indirgenmemeli. İman kurtarma hizmeti, bu zamanda bizi cemaat halinde olmaya ve şahs-ı manevî dairesinde hareket etmeye mecbur tutuyor.
Aynı şekilde, hizmet-i nuriye, birer buz parçası hükmünde olan enaniyetlerin eritildiği büyük bir havuz teşkil etmeye ve hizmet arkadaşlarıyla “fenâfil-ihvân” olmaya da bizi mecbur ediyor.
Böylesi bir mecburiyeti hissetmeyip münferit kalan, şahsa bağlanan, yahut tek başına hareket etmeyi tercih eden kimselerin varacağı yer çıkmaz sokaktır. Üstelik, bir şahs-ı manevî sûretinde tahribat yapan küfür ve dalâlet cereyanına karşı da peşinen mağlup bir vaziyete düşer.
*
İman ve İslâmiyete hizmet noktasında bu zamanda nurani bir cemaate intisap ve şahs-ı maneviye bağlı bir ferd-i manevi hükmünde hareket etmek gerektiğine dair Risale-i Nur’da birçok delil var. Bunlardan iki tanesini misal olarak zikredelim.
Hakikat Çekirdekleri’de yer alan bir vecize şöyledir: “Sevâd-ı âzama ittiba edilmeli. Ekseriyete ve sevâd-ı âzama dayandığı zaman, lâkayd Emevîlik, en nihayet Ehl-i Sünnet cemaatine girdi. Adetçe ekalliyette kalan salabetli Alevîlik, en nihayet az bir kısmı Rafızîliğe dayandı.”
Emeviler zamanındaki ayrışmalarda, Alevî tarafta yer alanların çoğu ilimde, dirayette, züht ve takvada ileri durumdaki müminler idi. Fakat, her biri kendine güvenerek münferit kalmayı tercih etti. Kardeşleriyle bir araya gelmeye, yahut camiye gitmeye, cemaate iştirak etmeye ihtiyaç hissetmedi. Kendi kendilerine yetinmeye çalıştılar. Ama, bu tavırlara onlara hayır getirmedi ve bir kısmı gide gide Rafiziliğe kadar gidip dayandılar.
Emeviler tarafında kalan tabandaki müminler ise, karşı tarafa göre biraz lâkayt olup dinî salâbette nisbeten geri idiler. Ne var ki, münferit kalmayı göze alamadılar, yahut doğru bulmadılar; bu sebeple de camiye ve cemaate büyük ehemmiyet verdiler. Bu suretle, gelip karar kıldıkları adres “Ehl-i Sünnet ve Cemaat” oldu.
*
Bir başka misâl, Emirdağ Lâhikası-II’de geçiyor. Burada, Üstad Bediüzzaman, birçok kabiliyetin yanında, güzel hat ve yazı yazma sanatında geri olduğunu, 10 yaşındaki bir çok kadar olsun kabiliyet gösteremediğini ifade ile, bunun hikmetini şu şekilde izah ediyor: “...On yaşındaki zeki bir çocuğun on günde muvaffak olduğu yazı kadar bir yazıya mâlik olamadığıma hayret ediliyordu.
Bu halin hikmeti: “Bir zaman gelecek ki, cüz’î ve şahsî iktidarlar, kuvvetler mukabele edemeyecek dehşetli ve mânevî düşmanların hücumu zamanında güzel yazı sahiplerini ruh û canıyla aramak ve hizmetine şerik etmek ve o çekirdeğin etrafında su, hava, nur gibi o mânevî ağaca hizmet etmek için o şahsî ve cüz’î hizmeti, küllî ve umumî ve kuvvetli ve bir kaleme mukabil binler kalemi bulmak hikmetiyle ve buz parçası gibi benliğini o mübarek havuz içinde eritmesiyle hakikî ihlâsı elde etmek ve bu suretle imana hizmet etmek hikmetiyle olmuş.”
Bu çarpıcı misâllerle durum netlik kazanıyor. Umumi iman hizmetinde, hiç kimse şahsına güvenmemeli ve tek başına kalmaya çalışmamalı. Söz konusu hizmetler birlikte, müştereklik içinde icra edilmeli ki, hem kibir-gurur oluşmasın, hem de hâsıl olan hayırlı neticelere dair “Ben değil, biz yaptık” diye yazılsın, söylensin, düşünülsün…