Her insanın hayatında ilk günler unutulmazdır. Ancak bazıları için bu ilk günler, neşe ve heyecandan çok korku ve yabancılık duygusuyla hatırlanır. Serhat’ın okulla tanışma hikâyesi tam da böyleydi.
Okulun açıldığı ilk gün, korkudan iştahı kesildiği için kahvaltı bile yapamamıştı. Annesiyle birlikte okul bahçesine adım attığında, bahçedeki kalabalık karşısında şaşkına dönmüş, içinden “Ne kadar çok çocuk var” diye geçirmişti. Annesi “Hepsi senin gibi, korkmana gerek yok” dese de Serhat annesinin eteğine daha sıkı sarılmıştı. Bahçede anne babaların yetkililere sorduğu sorular, büyük bir uğultu oluşturuyordu.
Annesi Serhat’ı sınıfa götürmek istediğinde, o ise ayak diremiş, sürüne sürüne ilerlemişti. Sınıf kapısında annesi, öğretmene Serhat’ın adını ve soyadını söyledi. Öğretmen listesine bakıp başıyla “Sınıfa gel” diye işaret etti ve oturacağı sırayı gösterdi. Ancak Serhat sınıftaki kalabalığı görünce korkusu daha da arttı ve annesinin eteğine sarıldı. Öğretmen ona anlamadığı bir şeyler söylediğinde, Serhat annesine çaresizce ve yalvaran gözlerle baktı. Annesi “Öğretmenin bundan böyle bu sınıfa geleceğini söylüyor” diye açıklayınca Serhat iyice sıkı sarıldı.
Annesi sinirlenip “Sen niye bu çocuklar gibi olmuyorsun, ne biçim insansın!” dediğinde Serhat ağlamaya başladı. Annesi ne yaptıysa Serhat onu bırakmadı. O gün annesi, Serhat’ı eve götürmek zorunda kaldı. İlk üç gün Serhat’ın ağlaması devam etti. Dördüncü gün annesi Serhat’la birlikte sırasına oturdu. Serhat öğretmenin söylediklerinden hiçbir şey anlamıyordu, ama diğer çocuklar anlıyordu. Birkaç gün sonra annesi sınıftan ayrılınca, Serhat nefes almakta zorlanıyordu. Öğretmen öğrencilerle karşılıklı konuşarak ders işlerken, Serhat hiçbir şey anlamıyordu; çünkü Türkçe bilmiyordu.
Bir gün teneffüste nöbetçi öğretmen Serhat’a bir şey söyledi. O ise “Öğretmen masasına çık” diye anladı ve masanın üstüne çıktı. Öğretmen elindeki sopayla sırtına vurdu. Serhat şaşkına döndü; aslında dışarı çıkması gerekiyordu ama o, söyleneni yanlış anlamıştı.
Aylar geçtikçe öğretmenin söylediği bazı şeyleri anlamaya başladı. Bir gün öğretmen yanına gelip gülümseyerek Kürtçe “Anlamadığın bir şey olursa bana söyle” dediğinde Serhat’ın gözleri fal taşı gibi açıldı. Sanki derin bir kuyudan çıkarılmış gibi hayranlıkla öğretmenine baktı. Üç ayın sonunda konuşulanların çoğunu anlıyordu, fakat hâlâ konuşamıyordu.
Bir gün öğretmeni ona “Kışın belirtileri nelerdir? Söyle bakalım” dedi. Cesaretini toplayıp üç ay boyunca öğrendiği kelimeleri keyifle kullanarak soruya cevap verdi. Ancak konuşmasının daha başında sınıftan kahkahalar yükseldi. Serhat neye uğradığını şaşırdı; çamura saplanan bir ayakkabı gibi öylece kalakaldı. Öğretmen, öğrencilerin bu davranışına sinirlenerek “Arkadaşınıza saygılı olun” diye uyardı. Fakat Serhat her gün sınıfta acı çekmeye devam etti; Türkçesiyle dalga geçiliyor, hangi kelimelerde yanlış yaptığını bilemiyordu. En küçük hatasında sağanak yağmur gibi gülmeler yüreğine ok gibi saplanıyordu. “Bir daha sınıf karşısında konuşmayacağım” diye kendi kendine söz verdi. O yıl bir kedi yavrusu gibi ürkerek sırasında saklanır gibi oturdu ve güvenini tamamen kaybetti. Mecburen konuştuğunda kelimelerin ateşte kızarmış demir gibi onu yakacağından korkarak konuşuyordu.
Aradan yıllar geçse de Serhat, o sıkıntılı günleri hiç unutmadı.