Abdurrahman Yargın, Antalya’nın Gözene nahiyesinde jandarma olarak askerlik yapmaktadır. Asker arkadaşı Burdurlu Mehmet Onbaşı ona, “Burada senin hemşerin, derin bir hoca var. Sen onu tanıyor musun?” diye sorunca, tanımadığını söyler ve ekler: “Askerden önce Said-i Kürdî diye birini duydum.”
Bir gün Abdurrahman, Karacaören köyüne görevli olarak giderken yolda yağmura tutulur, ıslanır ve hastalanır. Yatsı namazını dahi zor kılar. İçinden, “Ya Şeyh Abdülkadir-i Geylânî” diyerek yardım ister. O gece rüyasında birisi arkasından gözlerini kapatır; sanki vücudu elektrikle tedavi edilmiş gibi olur.
O zat: “Ben Said Nursî’yim” der.
Abdurrahman aniden uyanır ve hastalığının tamamen geçtiğini görür. Bu rüyadan sonra Said Nursî kalbinde ve gönlünde yer eder.
Sonraki günlerde Burdurlu Mehmet Onbaşı, Bediüzzaman’ın Isparta’da olduğunu öğrenince, Abdurrahman da ilk fırsatta onu ziyaret etmek ister. İki asker arkadaşıyla birlikte, “Masraflar bana ait” diyerek minibüse binerler. Şoför konuşmalarını duyunca, “Siz madem Bediüzzaman’a gidiyorsunuz, o halde masraflar bana ait. Sizi trene yetiştireceğim” der. Ve hızlı bir şekilde onları trene yetiştirir.
Isparta’ya geldiklerinde, Bediüzzaman’ın evine giden iki yolu da polisler kapatmış, “Yasak” diyerek geçişe izin vermemektedir. Abdurrahman polislere yalvarır: “Ben jandarmayım, sizin yardımcınızım. Burada hemşerim bir hoca var, onu ziyaret edip dualarını almak istiyorum.”
Polislerden biri bu söz üzerine ona izin verir.
Kısa süre sonra Bediüzzaman’ın evine giderler. Zübeyir Gündüzalp: “Niçin geldiniz?” diye sorar.
Abdurrahman: “Biz askeriz, Seyda hemşerimizdir. Onu ziyarete geldim” der.
Bunun üzerine müsaade edilir ve içeri alınırlar.
Abdurrahman, Bediüzzaman’ın yanına girer, ellerini öper, diz çöküp oturur. Heyecandan terler içinde kalır. O anını hiçbir zaman tarif edemez.
Bediüzzaman ona memleketini sorunca, “Diyarbakır” der. Bediüzzaman dua eder. Abdurrahman, odada kaldığı süre boyunca derin bir huzura ve coşkulu bir feyze kavuşur. Ne kadar kaldığını hatırlayamaz. Birden Bediüzzaman’ın, “Trene yetişin” sesiyle kendine gelir. Yüksek huzurdan huzur içinde ayrılır, selâm verir. Bu sırada Bediüzzaman, Zübeyir Gündüzalp’e, “Ona bir risale ver” der. Ve bir risale kendisine teslim edilir.
Askerden sonra Abdurrahman, Batman’a yerleşir. Nalburiye dükkânı açar. Risale-i Nur’un verdiği ağırlığı her zaman kişiliğiyle taşır. Çevresine korkusuzca Risale-i Nur’u tanıtır. Örnek bir Nur talebesi ve unvansız bir Müslüman olarak yaşar.
1970’li yıllarda tutuklanır; ancak mahkemede beraat eder.
Onu 1974 yılı temmuz ayı ortalarında Batman’da, kerpiçten yapılmış bir medresede, ikindi dersinde ilk defa gördüm. Ağırbaşlıydı; nadiren, tane tane konuşurdu. Cesur, özgüveni yüksek, aynı zamanda alçakgönüllüydü. Evine derslere giderdik. Cömert, gönlü geniş, misafirperverdi. Derslerde hiçbir şey bilmiyormuş gibi hep dinlerdi. Bazen nalburiye dükkânına alışverişe gider, çayını içerdim. Fakat Bediüzzaman’la görüştüğünü ve mahkeme sürecini bana hiçbir zaman anlatmadı.
Vefatından yıllar sonra gerçek durumunu öğrenince çok üzüldüm. Çevresinden öğrendiğime göre, gösteriş ve riya olmasın diye konuşmamış. Onu hatırladıkça, örnek bir Nur talebesi olarak yüreğimde yerini almıştır.
Kaynak:
Necmeddin Şahiner, Son Şahitler-4