Konuyla ilgili, Diyanet İşleri Din İşleri Yüksek Kurulu Başkanlığı’mızın açıkladığı “en son” fetvası şu şekildedir:
“Son yıllarda yapılan birçok araştırma, sigaranın insan sağlığı üzerinde, pek çok zararlı etkisinin olduğunu bilimsel olarak ortaya koymuş bulunmaktadır. Bazıları ölümcül olmak üzere, çok sayıda hastalığın sebebi olması itibariyle sigaranın, mübah görülmesi düşünülemez. Bazı âlimler; sigaranın “tahrîmen/harama yakın mekruh” olduğunu söylemişlerdir. Günümüzde, birçok âlim ve fetva meclisi; kişinin kendisini tehlikeye atmama ve öldürmeme, başkalarına zarar vermeme, zararı giderme, sağlığı koruma yönündeki temel ilkeleri esas alarak, sigaranın haram olduğu görüşündedir. Dolayısıyla, bir Müslümanın, pek çok zararı bünyesinde barındıran sigarayı içmesi ‘câiz’ değildir.”
Mevcut, Diyanet İşleri Başkanımız Ali Erbaş da, geçenlerde, konuyla ilgili olarak, katıldığı bir TV programında, canlı yayında soruları cevaplarken, sunucunun, kendisine sorduğu “Sigara içmek haram mı?” sorusunu cevaplarken, “Sigaranın kesin ve katî olarak haram olduğunu” söylemiş, hem de yukarıdaki söz konusu fetvaya, belki de ek olarak sayılabilecek, “tetimme” kabîlinden, hemencecik şunu da “ilâve” etmiş: “İnsanın bedeni mukaddestir. Bedeni beş açıdan korumak gerekiyor: Dinini korumak, aklını korumak, malını korumak, nefsini korumak, yani canı korumak, bir de nesli korumak. Sigaranın, sadece birini bile korumaya engel olsa, bu bile haram olması için yeterli. Kaldı ki beşine de zararı var. Dine zararı var, akla zararı var, mala zararı var, cana zararı var, nesle zararı var…” Hatta “fetvanın kapsamını” daha da ileri götürerek, konuyu şöylece tamamlamış: “Dine zararı; sigara ‘sarhoş edici maddeler’ arasında sayılıyor.. (“Kim sayıyor” sorusunu sormak mümkün tabiî ki..) Sigara ‘uyuşturucu’ vazifesi yapıyor. ‘Uyuşturucuya götüren yol’ sigarayla başlar. Kesinlikle, sigarada ‘uyuşturucu’ özelliği var...”
Konunun hararetinin, aynen bugünkü gibi, yine gayet yüksek, hem de gündeminin pek sıcak olduğu, o 90’lı yıllarda, biz fakültede okurken -sonrasında, hem kanaat, hem de fetvasını “siyasî konjonktüre uygun olarak” yeniden güncellemiş olsa da- Hayreddin Karaman hocamız, konuyla ilgili olarak bizlere, bir dersinde ‘bizzat’ şöyle demişti: “Arkadaşlar! Sigara ‘haramdır’ diyeceğim; fetva vereceğim. Ama, şer’î noktada, ‘illet’ itibariyle, bir mesnedini, bir ‘dayanağını’ bulamıyorum.. Şarap’la, yani içkiyle ilgili kaynak var; hepinizin malûmu, ‘Bütün sarhoşluk veren şeyler haramdır; çoğu haram olanın, azı da haramdır’ hadisi. Diğerlerinin de, yani “güncel olanın” da, bu hadisi kıstas alarak, onun ölçüsüyle ‘haram’lığına hükmedebiliyorsunuz.. Bunda, yani ‘sigara’ konusunda ise, böyle açık, vâzıh dinî bir ‘nass’, yani, böyle bir ‘hadis’ yok; ve ona bağlı olarak, böyle bir istinbat, yani ‘çıkarım’ yapma imkânı yok...” demişti.
İslâm Dini’nin Temel Kaynakları; Kitap, Sünnet, İcmâ’ ve de Kıyas olmak üzere, dört olarak kabul edilmiştir çoğunluk İslâm Uleması tarafından. Fakat, dinî anlamda “kesin bağlayıcı”, hem de “yaptırım sebebi” olması bakımından, Kitap, Sünnet ve de İcmâ’ olarak, sadece “ilk üçü” delil olarak kabul edilmiş, sonuncusu, yani “Kıyas” ise “istisna” edilmiştir, İslâm Fıkıh Usûlü’nce. Bununla ilgili olarak, Bediüzzaman Said Nursî de, bu anlamda, belki de bir “usûl hatırlatması” özelliğinde, “Hakikat Çekirdekleri” isimli eserinde, konuyu, gayet veciz, özlü bir şekilde, şöylece teşrih eder: “Bir fikre dâvet, Cumhûr-u Ulema’nın kabûlüne vâbestedir. Yoksa, dâvet bid’attır; reddedilir...”
Büyük Osmanlı Devleti’nin, o son inkıraz döneminde, Meşihât’a bağlı, dinî anlamda, son, “En Yüksek İlmî Heyet” kabul edilen Dârü’l- Hikmeti’l-İslâmiye’de (1918-1922) âzâ, yani görevli olduğu yıllarda yazdığı “Lemâât” isimli eserinde ise konuyu, daha bir vuzûha kavuşturur Bediüzzaman: “İcmâ’ ile cumhurdur; sikke-i şer’i görür. Bir fikre dâvet etmek; zann-ı kabûl-ü cumhur; şart-ı evvel oluyor. Yoksa, dâvet bid’attır; reddedilir. Ağzına tıkılır; onda daha çıkamaz...”
Yani, kısaca diyor ki; bir yasağın ya da emrin, dini açıdan Ümmet’in fertleri için “kesin bağlayıcı” olabilmesi, hem de, onları dinî açıdan, “kaçınılmaz şekilde” sorumlu kılabilmesi için, her şeyden önce, İslâm Uleması’nın, o konuda “ittifak” etmesi, yani İcmâ’ın oluşması, bu anlamda, ortak bir bakış açısının, -belki bazılarınca, ortak, kolektif bir akıl da denebilir- bir ortak görüşün, bir mutabakatın, bir konsensüsün (bazıları ‘uzlaşı’ da diyebiliyor) oluşması, hepsinin, o konuda, Kur’ân’da, Ümmet olarak, bizlere açıkça emredilen, “Şûrâ” vasfında “aynı görüşü” benimsemesi, dillendirmesi ve de paylaşması gerekir. Yoksa, söz konusu, herhangi bir din âliminin, bir konudaki görüşü, yani “içtihadı”, yalnız kendisi için “kesin bağlayıcı” ve de “yaptırım sebebi” olur; Ümmet’in nazarında mesmû’ olamaz; yani dinlenilmez ve ona itibar edilmez…
Bunun, Usûl noktasında “gerekçe”sini ise, ilgili bölümün baş tarafında, şu gelecek şekilde tavzih eder: “Müstaid (kâbiliyet sahibi), müçtehid (Dini konuda görüş bildirme şatlarına sahip kimse) olabilir; müşerri’ (hüküm koyucu) olamaz.
‘İçtihad’ın şartını hâiz (sahip) olan her müstaid, ediyor nefsi için, nass (kesin hüküm) olmayanda içtihad. Ona lâzım; gayre (başkasına) ilzâm (zorunlu kılmak) edemez.
Ümmet’i dâvetle, teşri’ (kesin bağlayıcı hüküm koyma; fetvayı, içtihadı, Şeriat’ın asıl bir cüzü kılma) edemez. Fehmi, (anladığı, görüşü, içtihadı) Şeriat’tan olur; lâkin ‘Şeriat’ olamaz… Müçtehid olabilir, fakat müşerri’ olamaz…”