Peygamber Efendimizin (asm) âhiret âlemine göç etmesinden sonra, Onun ve Sahabe-i Kiramın yolunu takip eden Ehl-i Sünnet vel Cemaat yanında, Hazret-i Ali’nin (ra) muhabbetini dâvâ eden Alevî ve Şiî denilen bir grup da meydana geldi.
Ehl-i Sünnet dört hak mezhebe sahip olmanın yanında, on iki hak tarikat ve alt kolları gibi gruplaşmalar da oldu. Aynen öyle de, Alevîler ve Şiîler de altmıştan fazla gruplara ayrıldı. Sünnîler ile Alevîler arasında Hazret-i Ali (ra) hakkında, Asr-ı Saadetten günümüze kadar sürüp gelen bir tartışma vardır. Alevîler, “Peygamberimizden (asm) sonra halifelik hakkı Hz. Ali’nin idi fakat ondan gasp edildi. Sırasıyla Hz. Ebubekir (ra), Hz. Ömer (ra) ve Hz. Osman (ra) halife oldular.” dediler. Sünnîler ise, “Hak, önceki üç halifenin idi ki, kader hükmünü böyle icra etti.” diyorlar. Bu tartışma, o günden bu güne sürüp geldi.
Aslında, on dört asır önce meydana gelen bir hadisenin bu gün tartışmasını sürdürmenin hiçbir anlamı kalmamış. Çünkü, hadiseler yaşanmış ve tarihe mal olmuş. Önceki üç halife ile Hz. Ali (ra) arasındaki şahsî fazilet ve Ehl-i Beyti temsil noktasındaki farkları 4. Lem’ada güzelce izah eden Bediüzzaman Hazretleri, şahsî fazilet ve İslâm dinine hizmet noktasından üç halifenin hissesinin daha fazla olduğunu, Hz. Ali’nin Ehl-i Beyti temsil noktasından kıyaslanamayacağını, çünkü orada Peygamber Efendimizin (asm) şahs-ı manevîsinin hükmettiğini ifade etmektedir.
Bahsi geçen faklı anlayış ve itikat yüzünden, Asr-ı Saadetten günümüze kadar Alevî ve Sünnîler arasında anlaşmazlıklar olduğu, hatta dâhilî isyanlar bile olduğu tarihin verdiği haberler arasındadır. Özellikle, padişah 2. Beyazıt döneminde ve 1511 yılında başlayan Şahkulu isyanları meşhurdur. İran sultanı Şah İsmail’in tahrikiyle, Osmanlı devletine baş kaldıran Şahkulu, müritleriyle kurduğu ordusuyla Osmanlı ordusunu iki defa bozguna uğratmış ve iki Osmanlı paşasını da şehit etmiştir. 1512 tarihinde, babasının yerine tahta çıkan Yavuz Sultan Selim Hanın yaptığı ilk iş, Çaldıran Meydan Savaşı ile Şah İsmail’i mağlûp edip, Alevî ve Şiî isyanlarına son vermek olmuştur.
Aslında, inanç meselelerini iktidar ve siyaset malzemesi yapmaya hiç gerek yoktu. Çünkü, iman ve amel meselelerinin hesabının görüleceği tek yer Mahşer Meydanıdır. Kim neye inanıyorsa ve nasıl amel etmek istiyorsa, bu dünyada öyle yaşasın. Kimse inancından ve yaşantısından dolayı hesaba çekilmesin. Bu doğru fakat kimse de inanç meselesini iktidar kavgalarına alet etmesin.
Alevîler hakkında çok müspet beyanlarda ve doğru tahlillerde bulunan Bediüzzaman Hazretleri, Ehl-i Beyt sevgisinin Risale-i Nur mesleğinde bir esas olduğunu söyleyerek şu tespitlerde bulunmuş: “Hazret-i Ali (ra), yirmi sene hürmet ettiği ve onlara Şeyhü’l-İslâm mertebesinde onların hükmünü kabul ettiği Ebu Bekir, Ömer, Osman’a ilişmeseler, Hz. Ali (ra) o üç halifeye hürmet ettiği gibi onlar da hürmet etseler, farz namazını kılsalar yeter. Hem madem Risale-i Nur Şakirtlerinin en büyük üstadı, Peygamberden (asm) sonra Celcelutiye’nin şahadetiyle İmam-ı Ali’dir (ra); onun muhabbetini dava eden Şiîler, Alevîler, Risale-i Nur’un derslerini Sünnîlerden ziyade dinlemeseler, Al-i Beyte muhabbet dâvâları yanlış olur.” (Emirdağ Lâhikası, s.149.) Bunları söyleyen Bediüzzaman Hazretleri “Onların hakkındaki dualarım boş gitmeyecek, Sünnî ve Alevî ittifak edecek.” demektedir.
İslâm dünyasının yüzde onbeşi gibi büyük bir yekûn teşkil eden Alevî ve Şiîler ile Sünnîlerin, büyük yılan ve ejderhalar hükmündeki Batılı devletlerin İslâm ülkelerine saldırdığı bir zamanda, tarihte kalmış tartışmaları bir kenara bırakarak, maksat birliğinde ittifak etmeleri bir mecburiyet haline gelmiştir. Elli yedi İslâm devleti en kısa bir zamanda bu ittifakı mutlaka gerçekleştirmelidir. Zira, Bediüzzaman Hazretleri’nin ifade ettiği gibi “Bu zamanda en büyük farz vazife ittihad-ı İslâmdır.”