‘Ama’lı cümleler her zaman korkutur beni; ‘ben’li olur ve ‘benlik’ kokar.
Oysa ‘biz’ de, (‘biz’e rağmen) ‘ama’ olmaz.
‘Ama’, fikir yoğrulurken gerekli.
‘Ama’ların müdavelesinden sonra, ‘ama’ demek, bambaşka ‘ama(ç)’lı.
Zaman, şahs-ı manevî zamanı, şahıs değil.
‘Ama’nın sınırlarını iyi bilmek gerekir.
Şeytanın en çok attığı taşlardan biridir, ‘ama’.
Oysa, ‘Hak yolunda kim olursa olsun kendinden daha iyi olduğunun ihtimaliyle enaniyetten vazgeçmek…’, bir ihlâs kaidesidir.
Kevser havuzunda erime dersini veren, şimdi eriyememe imtihanı veriyor.
Bir kere nefsi emmareye hak vermeyegör, dökülme, çözülme başlıyor. Önce, ‘...kimse bizi bu hakikat dâvâsından ayıramaz…’, ’biz kendimizi burada bulduk…’ cümleleri, bir şeyler kendi isteği gibi gitmeyince de, ‘tamam, ama’lı cümleler gelmeye başlıyor.
Sonrası, ‘Ben bu satırları böyle anlamıyorum.’ cümleleri. Ve, ‘Zaten bir şeyler içime sinmiyordu.’, Ve devamı, ‘O adam orada olduğu müddetçe…’
Sonuç, ‘benim onlarla bir arada olmam mümkün değil, ille de herkes aynı potada olmak zorunda değil’.
Bütün hikâyeler böyle başlayıp böyle bitiyor. Kazanan hep nefis oluyor.
Kevser havuzunda erimek kolay değil. Eleştirileceksin, belki hakaretler, iftiralar, gıybetler… İmtihanın olacak, ama o şahs-ı manevîden ayrılmayacaksın. Olgunlaşmak bu işte. Çetin mevsimden geçeceksin, sarsılacaksın, ama kopmayacaksın dalından. Dalından kopan olgunlaşmaz, çürür.
Yaşlar, şartlar değiştikçe, satırlar farklı şeyler mi söyler insana?
İstişare onun için vasattır belki de, vasat da, normaldir.
Neden bunları konuşuyoruz ki, onu da bilmiyorum.