Bu yazımızla, henüz çiçeği burnunda, Almanya siyasetindeki bir kimlik kavgasına bakışlarımızı çeviriyoruz.
Bu tartışmanın başlayacağını önceden biliyor ve çoktandır da bekliyorduk. Avrupa’nın Marksist kapitalistlerinin kıt’anın siyasetine Neoliberal efendilerinin destekleriyle yerleşmeye başladıkları zamandan bu yana, Avrupa’da “sosyal devlet” anlayışını başlatan bu partide (SPD) bazı şeylerin yanlış gitmekte olduğunu, dışardan da olsa gözlemliyorduk. Biz Türkler açısından en acayibi, Türkiye’den Almanya’ya sığınmış Marksist teröristlere bu partide acele bir şekilde yer verilmesi, hiçbir “politik rehabiliteye ve sosyal terbiyeye” tabi tutulmadan bu solcuların mahallî idarelerde görev almaları ve 1980’lerdeki yaklaşım ve üslûbuyla tamamen sola kaymasıyla, sosyal devletin sahibi olan “ana siyaset kurucusunun” bir tarafa doğru yalpaladığını gördük.
Bildiğiniz üzere çeşitli siyasî entrikalarla, Merkel’e karşı mağlûp hale getirilen SPD’yi, Martin Shulz da kurtaramamıştı. Fakat Shulz’un bazı küçük müdahaleleri ve uyarılarıyla Almanya siyasetine kurulan Marksist kapitalist tuzak kısmen ötelenmişti. Ve nihayet Almanlar, Münteferring’in deyimiyle bu gizli “çekirge sürüsüne” karşı her iki büyük partiyi de “millî müdafaaya” çağırmışlardı. Vladimir Putin’in ifadesiyle büyük devletlerin çok üstünde organize olmuş bir kuvvet olarak “Neoliberaller”, millî devletlere karşı hareket ediyorlardı. Bir gecede büyük bankalar, fabrikalar, markalar ve hatta enerji şirketleri, meçhul fonlarca satın alınıyordu. Yüzlerce büyük şirketin çok kısa bir süre içinde satın alınarak üretimlerinin Çin’e nasıl transfer edildiğinin farkına bile varamadılar. Angela Merkel’in baştan sona, nasıl bir “Marksizm“ geleneğinden geldiğini, bu köşeyi takip eden okuyucularımız belgeli olarak öğrenmişlerdir. Bu yazımızda, isminin başındaki “Sosyal” kelimesinden dolayı kimliği sosyalistlerce çalınmak istenen ve içi de kısmen çekirge sürülerince boşaltılmış “Sosyal Demokrat Partisi” üzerinde durmak istiyoruz.
Uzun bir süre, Federal Parlamento’nun başkanlığını yapmış ve Katolik bir kökenden gelen Volfgang Thierse tartışmayı başlattı. Azınlığın çoğunluğa global dayatmalarla hâkimiyetinden ve harici cereyanların girişimiyle Almanya’daki kimliklere verilen zararlardan bahsetmişti. Çoğulculuğun Marksistlerce yapılan tarifin bilime, insanlığa ve sosyal demokrat kimliğe uygun olmadığını söylemişti, Thierse… Duâyen siyasetçinin başlattığı “kimlik tartışmasına”, Neoliberallerin devşirmeleri haline gelen “eş başkanlar” doludizgin atlayarak, siyasî terbiyenin sınırlarını zorlayacak cevaplarda bulunmuşlardı. Bildiğiniz gibi, bu köklü ve Alman siyasetinin “kurucu” partisine “eş başkanlık” maskaralığını getirenler de, Marksist kökenden gelen ve “çoğulculuk” adı altında ahlâksızlığı savunan idarecilerdi. Tartışmanın detaylarından ziyade mahiyeti üzerinde durmak istiyoruz. Thierse’nin sözcülüğünü yaptığı esas “sosyal demokratların” itirazları, partinin bu günkü kimliği ve tarihi misyonu ile uygun olmayan “daracık Marksist” kalıplara sokulmasına yönelik olduğunu, Thierse‘nin Frankfurt Allgemaine Gazetesine verdiği röportajdan öğreniyoruz. Almanya siyasetinde, Marksist kimlik ile politika yapan yeterli siyasî partinin olduğuna, SPD’nin peşpeşe aldığı mağlubiyetler şahittir: Yeşiller, Almanya Solu, Sosyalistler ve daha birçok irili-ufaklı partilerin müracaat ettiği çevreye SPD’yi mahkûm eden Neoliberal kökenli SPD’lilerin hem ülkeye ve hem de partiye verdikleri büyük zararı gören yalnızca Thirse değildi. Onun bu meselede yalnızca bir sözcü olduğunu, meşhur Alman politikacı Willy Brant’ın büyük oğlu Peter Brant’ın Thirse’ye sahip çıkmasıyla anlaşılıyor. Daha doğrusu SPD, uzun zamandır yaptığı inceleme ve çalışmalarla, dünya sermayesiyle global hegemonyayı ellerine geçirme peşinde koşuşturanların maksatlarını nihayet anlamış oluyor. Demokrasi ile Marksist kapitalizmin savaşında, fıtrî olarak yerini almaya başlıyor. Demokrasiyi Kuzey Avrupa’ya ilk olarak taşıyan bir partiden de beklenilen bu idi. Veya partinin kendisini dış müdahalelerden arındırmaya başladıktan sonra iktidara yöneldiği 1959 Bad Godesberg çizgisine tekrar gelmesi için ikazımızı yapıyoruz.
Biz bu yazımızda, siyasî partilerin programlarını, özellerini, ideolojilerini, başarılarını ve tarihi misyonlarını bir tarafa bırakarak; dünya barışı açısından çok önemli yeri olan AB’nin en önemli üyesi Almanya’nın demokrasiye olan katkısı açısından, bu konuyu irdelemeye çalışıyoruz. İnsaniyeti, temel insan haklarını, din ve vicdan hürriyetini, dünya barışını, yaşanabilir bir çevreyi ve insanlığın fukaralıktan kurtuluşunu maksat edinmiş AB için Almanya ne kadar önemli ise, Almanya Demokrasisi için de SPD o kadar önemlidir. Biz Müslümanlar; en az Hıristiyanlar, Yahudiler ve diğer inançlara bağlı insanlar kadar “insanlığın temel bir ihtiyacı” olan din hürriyetine önem veriyoruz. İnanç hürriyetinin olmadığı bir yerde, elbette “ insan onurundan” bahsetmek faydasızdır.
Marksizm’in kimliği bellidir ve burada tartışmaya gerek görmeyeceğimiz kadar insanlığı felâkete sürüklediği, tarihî bir hakikattir. İki dünya savaşı ve ondan sonra meydana gelen savaş ve çatışmalarda Marksizm en az yüz milyon insanın ölümüne sebep olmuştur. Marksist teorileri devletler ve milletler boyutunda uygulama kalkışanların ifadesiyle “daima devrim, daima ihtilâl, daima sınıf çatışması ve daima kaos” isteyen bir ideolojinin hem insanlığa, hem demokrasiye, hem çevreye ve hem de insanî değerlere yalnızca zararı olduğundan kimsenin asla şüphesi yoktur. Şimdi günümüzde, gizli organizelerle ve ileri teknolojiyi sermaye ile kullanarak dünkü söz konusu felâketli ideolojiyi, başka kaplarla Avrupa ve Asya’ya takdim edenlerin entrikalarını, hem SPD’nin ve hem de Hıristiyan partilerinin düşünce ve karar mekanizmaları elbette Avrupa kamuoyuna açıklayacaklardır. Biz yalnızca, bir tartışmanın açacağı aralıktan gelecek günlerin bir-kaç silik manzarasını okuyucularımıza arz etmek istedik. Her zaman olduğu gibi yanlışlarımızı, gıybetinizle kabul ediyoruz. Yeter ki muhabbetle bildiriniz…