Bu başlık size mübalâğa gelebilir. Asr-ı Saadet pratiğini incelediğimizde, ileri demokrasi çağındaki bir çok idareci ve siyasînin, günümüzde demokrasi sevdalılarına vermek istemediği bütün hürriyet ve demokratik uygulamaları da orada bulabiliyoruz.
Said Nursî, hürriyeti imanın bir özelliği olarak tanımlarken, bize o uygulamaları göstermek istiyor. Kadere İmanı anlayabilme yolunun, “meşrû veya doğru hürriyeti” tanımlayan cüz-i ihtiyariyi kabul etmekten geçtiğini kelamcılarımız söylüyorlar. Dinin bizzat kendisi hürriyet, cüz-i ihtiyarî ve demokrasi ile irtibatlıysa; dine hizmet yolunda organize olan Müslümanların hürriyet ve doğru demokrasiye olan ihtiyacı ortadadır.
Hürriyet ve demokrasinin zıddı istibdattır, diktatörlüktür. İnsanların insanlıklarını kaybederek sürüleşmeleri, zaman zaman canavarlaşmaları ve yığın haline gelmeleridir. Birisinin çeşitli sebeplerle başkalarına tahakkümüdür, tek kişinin sosyal hayatta rey sahibi olmasıdır. Hürriyet ve demokrasiyi esas kabul etmediğimizde, ister istemez zıddı devreye girecektir. Bediüzzaman’ın ifadesiyle, zamanın ağasının müstebit idaresini kabullenmek manasına geliyor ki; bu ortam veya zeminde ne tarikat ve ne de dinî cemaat hakkıyla neşv ü nema bulamaz.
Bir önceki yazımızda; dinî cemaat veya tarikatın kendi içindeki “meşveret-i şeriyyesinden” kısaca bahs etmiştik. Allah yolunda ve sırf onun rızasını kazanmak maksadıyla ve tamamen ahireti esas alan bir organizede; müntesiplerinin doğru hürriyet ve şeri meşveretin prensiplerinden başka seçenekleri var mıdır? Sağlam bir organizma gibi cemaatleşemediğimiz ve ittihada kavuşamadığımız şu zamanımızda, cemaatleşerek ve birbiriyle kenetlenerek global düzeyde Müslümanlara hücum eden inkâr-ı uluhiyet ve nifak cereyanlarıyla nasıl baş edebiliriz ki…
Demokrasinin insanın fıtratının bir parçası, insanın dünyada nasıl yaşayacağını gösteren bir yol haritası veya sosyal sistemi olduğuna inandığımdan; bu hakikatin fizyoloji, Kimya, fizik, matematik ve diğer fen ilimlerinde de olacağını düşünüyoruz. Müslüman araştırmacıların sosyal hayatımızın vazgeçilmez esası olan demokrasinin paralel yapılarını bu ilimlerde de keşfedebileceklerine inanıyoruz. Bu yapıyı öğrenemeyen ve ihlâsın manasını hazm edemeyen bir çok dini cemaat veya tarikat liderinin, statüsünü korumak üzere dışardan yardım dilendiğine tarih şahittir. Tıpkı saltanata dayalı idarelerde, iktidarları tehlikeye girmiş emirlerin daha kuvvetli sultanlara müracaatları gibi… Bu husus tarikatlardan ziyade, Üstadın tabiriyle “siyasetli dinî cemaatler” de daha çok göze çarpabilir. Okuyucularımız bizi teoride kalmakla ittiham ettiklerinden, çoğumuzun içini burkan bir-iki hadiseyi vereceğim. Bu konuyu detaylı bir şekilde “ Siyasal İslâm ve Nurcular” isimli çalışmamızda ele aldığımızdan, isimlere girmeden müşahhasça iki anekdot ile geçiştirmeğe çalışacağım.
Mısır’daki dinî cemaatlerin bir kısmı İhvan’ın, diğer bir kısmı ise Nour partisi etrafında birleşince, ta Londra’dan “öze” müdahale edenler, sinsice yapıların(İhvan ve benzer dinî cemaat yapılarının) içine girip –güya- devleti fetih hareketini başlatıyorlardı. Bu cemaatlerin partileşmesi ve yönetime hazır hale gelmeleri için de, Londra üzerinden iki milyar dolara yakın bir para aktarılmıştı, Kahire’ye… Garip bir başka nokta da bu icraatlarını EL-HAYAT gazetesinde dünya kamu oyuna duyurmuşlardı. Ve buradaki cemaatler, bundan sonra peş peşe sökün edecek felâketleri, mahiyetini hâlâ anlayamadıkları felaketlerle yaşamaya başladılar. Diğer bir coğrafya ise, Hind Yarımadası idi… Yine şeffaf olmayan bu bölgede “ Cemaat-ı İslâmi’ye sızan din düşmanları, Müslümanların buradaki tarihi kazanımlarına büyük zararlar verdikleri gibi, yüzlerce masumun felâketine de sebep oldular. Müslümanların büyük fedakârlıklarıyla yetişmiş bir çok alim, yakalandıkları tuzaklar içinde idam edildiler.
Mısır, Pakistan, Bangladeş ve Hindistan’daki yetersiz demokrasi ikliminde meşveretten mahrum, şeffaflıktan uzak ve başka renklerle içlerine sızmış düşmanlarınca oyuncak haline getirilen “dinî cemaatlerin” hali, Müslüman cemaatlerimizin ve tarikatlarımızın demokratik ortamlara, meşveret-i şeriyyeye, şeffaflığa, iç denetim ve murakabeye olan şiddetli ihtiyacı gözler önüne seriyor.
Dünkü usûllerin günümüzde yeterli olmadığını da biliyoruz. Hem kominikasyonda ve hem de ulaşımda insanlığın ulaştığı seviye hesaplanarak cemaatin organizesi, meşvereti, muhaberesi, mahremiyetleri, irtibatı ve bütün hizmetleri yeniden ele alınmalı. Dünyanın en ücra adasına dinsizlerce kurulmuş bir banka üzerinden her türlü fitnenin, terörün, cinayet ve şerrin finanse edildiği bir zamandayız. Müslümanlara ulaşan bilgilerin “düşmanlarının aynalarına” yansıyarak geldiğini ve “gizliliğin” yalnızca Müslümanlara arar getirdiği bir mevsimi yaşıyoruz. Globalleşen dünyamızın şu acip mevsiminde Müslümanların sair insanlardan daha ziyade demokrasiye, şeffaflığa, kanun hakimiyetine, yargı bağımsızlığına, barışa ve insanlığın kitlesel işbirliğine çalışmaları elzem değil mi?
Globalleşme, beraberinde “sınıf savaşlarını” tetikledi. Devletleri tahakkümüne alacak kadar kuvvetli global cereyanlara ve sermayedarlara dayanan çeteler oluştuğundan, “mili devletler“ içindeki küçük cemaat ve tarikatların devletlere rağmen bir harekette bulunmaları hem kendileri ve hem de devletleri açısından büyük felâketleri doğuruyor. Bir başka devletin bünyesindeki dindaşıyla işbirliğine gidecek veya oradaki Müslüman kardeşine yardım yapacaksa, mutlaka içinde bulunduğu devletin bilgisi ve müsaadesi dahilinde yapmalı. Bu yolu taakip etmeyenlerin sebep oldukları felaketlerin hikâyesi hem uzun ve hem de iç acıtıcı… Müşahhaslaştırmaya şimdilik giremiyoruz.
Burada meselenin püf noktasını elbette devletin “demokratikleşmesi” teşkil ediyor. Devletin demokratikleşmesine ise önce fertler, dinî cemaatler, sivil-oplum kurumları, tarikatlar ve ulema destek olmak zorundadırlar. Kendi gelecekleri ve insanlığın toptan kazanması için..