Zülfikar ve Müslüman kelimeleri yanyana gelince, tedaisinden dindarlarımız bile ürkebilir, bu zamanda…
Gel gör ki zamanın da bir hükmü var. Yalnızca insanları değil, kullana geldikleri kelimeleri de değiştiriyor. Ahir zaman müfessiri Bediüzzaman ile birçok dini terim geleneksel manalarından sıyrılarak, tamamen farklı giysilerle zamanımızı süslüyorlar. Ahir zamanın bu değişimini takip edemezsek, Müslümanlar olarak yeni dünyayı anlayamayız, değil mi?
Değişimin sübjektif olduğunu söyleyebiliriz. Bediüzzaman’ın içinde bulunduğu değişimin Birinci Dünya Savaşı ile başladığını, yine ondan öğreniyoruz. Devletler ve milletler eski manalarından ayrılıp pakt ve ittifaklara doğru yürürlerken, Müslümanların “CİHAD” anlayışı da yeni sınır ve siperlerine çekilecekti. Şeriat kelimesi, kendisine çok dar gelen eski giysisini bir tarafa bırakarak tüm kâinatı kapsayacaktı. İslâm tüm semavi dinleri arkasına takarak yepyeni bir blok oluşturacaktı. Doğru hürriyet ve demokrasi tanımları berraklık kazanarak, bütün azalarıyla münafık istibdadın karşısına dikileceklerdi. Müsbet fenler de materyalist felsefenin hegemonyasından çıkarak, her biri kendi sahalarında yaratıcılarını dünyaya ilân edeceklerdi. Güzel sanatlar ise; nefsin heva ve arzularının esaretinden kurtulup başlar üzerinde, insanları mutlu etmek üzere raksa kalkacaklardı. Yüzlerce değişimden birkaç tanesini şu yazımıza almamızın sebebini unutmayalım… Zülfikar’ın tedaileri…
Bediüzzaman Hz.leri Birinci Dünya Savaşı’nın devamı olan İkinci Dünya Savaşının arefesinde, cihadtaki değişimi anlatırken ”maddi kılıçlar kınına!...” diyor. Yani, İkinci Dünya Savaşı’nın getirdiği büyük değişimin hemen akabinde oluşturduğu Zülfikar’ın, İmam-ı Ali'nin (r.a) elindeki Bedir, Uhud ve Hayber Zülfikar’ı olmadığını on sene öncesinden ihsas edecekti. Hele dâhilde cihad adına maddi kuvvetin asla kullanılamayacağını, mübarek ellerini kelepçelere uzattığında veya kır bekçisinin “dışarı çıkmayacaksın!” ihtarına riayet ettiğinde hal diliyle de gösterecekti. Ve bütün mahkemelerinde, yetkililere yazdığı dilekçelerinde; altı yüz bini aşan talebelerinin hiç birisinin bir polisiye vukuatına karışmadığını iftihar ile anlatacaktı. Birinci Dünya Savaşı öncesindeki Said Nursi ile sonraki Bediüzzaman Said Nursi arasına, cihad metodolojisi itibariyle bir çizgi çekecekti.
Anlayacağımız gibi Zülfikar; ahir zaman dinsizliğine ve sefahatine karşı elmastan manevi bir kılıç” anlamını taşıyor. Her ne kadar bu kitaptaki üç önemli bahis (Haşir, Nübüvvet-i Ahmediyye ve Kur’an) bundan önce yazılmış kitaplardan alınmış olsa da, bu eser “yeni bir misyon ve ruh” ile fikir meydanına çıkıyordu. Talebelerine hem el ile ve hem de teksir makinalarıyla geceli-gündüzlü binlerce nüsha yazdırıyor, memleketin dört bir yanına neşrediyordu. Yalnız Türkiye’ye değil; Şam-ı Şerif’e, Mısır’a Hicaz’a, Hindistan’a, Avrupa’ya, Amerika ve daha uzak diyarlara gönderiyordu. Bilhassa dini ilimleri tahsil edenleri, Zülfikar’a sahip çıkmaları hususunda ikaz ediyor ve onların bu manevi kılıcı kuşanarak manevi cihat meydanına çıkmalarını tavsiye ediyordu. Bırakınız hocaları, Hıristiyan misyonerlere de Kiliseyi mağlup etmiş Şimal Cereyanına, ancak Zülfikar gibi Kur’an tezgâhında yapılmış bir silâh ile galebe edebileceklerini ta Vatikan’a kadar anlatıyordu.
Evet, Üç aylarda Zülfikar’ın farklı bir mana kazandığını da hissediyoruz. Hadis-i Şerif’te Peygamberimiz; Receb-i şerif Allah’ın, Şaban-ı muazzama benim ve Ramazan-ı mübarek ise Kur’an’ın aylarıdır, diyor. İşte Zülfikar’da da bu üç manayı muhtaçlara anlatan üç bahis… Onuncu Söz, On dokuzuncu Mektup ve Yirmi Beşinci Söz… Üç aylarda tefekküre dalmak isteyenler için bir de hatimesi var… Peygamberimizin ifadesiyle en büyük cihat, kişinin nefsiyle yaptığıdır. Sonra, Kur’an’ı, Peygamberimizi ve ahiretimizi bize anlatacak Kur’an’dan derslerle mücehhez olabilmek için okumaya başlamak… İki yıllık corona salgınının üzerimize boca ettiği maddi-manevi miskinliği temizlemek üzere “Bismillah!“ diyerek Zülfikarlarını kuşananlara ne mutlu.
Müslümanlar ve bilhassa Risale-i Nuru okuyanların imani meselelerde kendilerini yetiştirmeleriyle ahir zamanın dehşetli mücadelesi arasındaki paralellikler önemlidir. Küçülmüş dünyamızda, dünyanın ücra kıtalarındaki İsevilerin, kendilerini inkâr-ı ulûhiyet ve sefahatle sıkıştıran dinsizlik cereyanlarına karşı, bizden yardım bekledikleri dehşetli bir zaman dilimini yaşıyoruz. Kader, bu musibetzedelere yardım hususundaki mesafe, dil, kültür ve eğitim gibi engelleri, mucizevi bir şekilde teknoloji ile kaldırmış görünüyor. Anadolu’nun bir kasabasında Zülfikar’ını kuşanmış bir Müslümanın, Yeni Zelanda’daki Hıristiyan’ın imdadına koşmasına artık bir engel kalmadı.
Farfaracı gazetelerin ve ekranların neşrettiği ufunetli havalardan kurtulmanın yolu da, Zülfikar’ı kuşanmaktan geçmiyor mu? Onlar savaşı Kiev’de, Filistin’de, Latin Amerika veya Çin’de göstermek istiyorlar. Hayır, esas savaşın iman ile küfrün çatıştığı tüm global cephelerde fikir ile yapıldığını hakim cereyanlar bize göstermek istemiyorlar. Risale-i Nur’un bağlandığı İmam-ı Ali ve Âl-i Beyti’n ellerindeki Zülfikar’ın dünyamızın her yerinde; geceli-gündüzlü durmaksızın münkirlerin ilhad ve temerrüt cephelerine darbelerle indiğini gizlemeye çalışsalar da, hakikat dünyamızın bütün merkezlerinden işitiliyor ve hatta görünüyor. Güneş balçıkla sıvanmaz ki…