Bir Amûd-u Nuranî
Risale-i Nur’un bakir hakikatlerinin cemaate tatbiki ve cemaatin bir şahs-ı manevî olarak bir amud-u nuranî teşkil etmesi Mehmet Kutlular zamanında ve onun müşaveretiyle oldu.
Bediüzzaman kendini şeyh ilân etmemiş, kendisinden sonra da bir şeyh bırakmamıştır. Bediüzzaman imamdır, ilm-i ledün sahibi ve ilimde rüsuhu bulunan bir âlimdir. Kendi büyük görevini de bir şeyhe veya halifeye değil; şahs-ı manevîye bırakmıştır. Risale-i Nur’un şahs-ı manevisinin, Risale-i Nur’un ruhuna uygun biçimde tanzim ve teşkili Zübeyir Gündüzalp zamanında başlamış, Mehmet Kutlular zamanında devam etmiştir.
Bu şahs-ı manevînin karakteristik özellikleri:
1- Müsbet hareketçidir. Menfi hareket yapmaz. Dâhilde ne insanlara, ne devlete karşı asayişi bozacak hiçbir harekete izin vermez. Silâhı kalemdir, kitaptır. Cihadı manevidir. Hizmeti iman esaslarının ve Kur’ân hakikatlerinin kalplerde ma’kes bulması, anlaşılması ve inkişaf etmesidir.
2- Siyasete girmez. Hükümetin icraatına, idaresine, siyasetine müdahil olmaz. Devlete adam sokmaz. Devlet işlerinde kendi adına adam bulundurmaz. Siyasî iktidara istinat etmez. 1
3- Bu demek değildir ki, siyasî görüşü yoktur. Bediüzzaman’ın (ra) Eski Said, Yeni Said ve Üçüncü Said dönemlerinde savunduğu siyasî çizginin takipçisidir. Yani, siyasette hürriyetçidir. Tek adam hâkimiyetini değil, katılımcı demokrasiyi savunur. Siyasetten menfaat beklemez. Siyasetin ayak oyunu ve şahsî menfaat için değil, dine ve vatana hizmet için yapılmasını savunur. Siyasî görüşünü tek şahıs veya zümre kanaatiyle değil, Risale-i Nur esasları çerçevesinde meşveretle belirler.
4- Ne devletten, ne para çevrelerinden para almaz. Hakkın minnetini hiçbir minnete feda etmez.
Şahs-ı Manevî Üstadlığı
Şahs-ı Manevî Üstadlığı, Risale-i Nur’a mahsus bir mefhumdur. Mürşitliğin en güçlü ve en isabetli biçimidir. Bu mürşitlik keyfiyeti öylesine halis, öylesine riyasız, öylesine ulvî, öylesine kararlı, öylesine yüksek, öylesine sivil, öylesine kâmil, öylesine metindir ki, hizmetin üstadı bu ruhtur. Tesanüt ve fenafilihvan bu ruhun özüdür.
Bu ruhta şahıs hâkimiyeti yoktur. Ağabeyler ders arkadaşıdırlar.
Bu ruhta hizmet esasının, derslerin, mesleğin, meşrebin üstadı, mürşidi Şahs-ı Manevîdir. Bediüzzaman, “Tesanüdümüzden hâsıl olan bir şahs-ı manevinin fevkalâde ehemmiyet ve kıymeti ve üstadlığı ve irşadı bize kâfidir.” 2 Keza, “Fihristeyi, taksimü’l-â’mâl tarzında mütesanid heyetinizin şahs-ı manevisine tevdiiniz çok güzeldir. Tam ve daimî bir üstad buldunuz. O manevî üstad, bu aciz kardeşinizden çok yüksektir; daha bana ihtiyaç bırakmıyor.” 3 gibi sözlerle çerçevesini çizerek bu ruhu inşad etmiştir.
Bu ruh adımını meşveretlerle atar. Meşveretler, şahs-ı manevî içinden belirli süreler için seçilen heyetler tarafından yapılır. Bu heyetler, şahs-ı manevî üstadlığı gibi bir sorumluluk taşır. Şahs-ı manevinin fikrini oluşturmak ve uygulamak için şûrâlar yapar.
Bediüzzaman hizmetlerini bu ruha emanet etmiş ve, “Bundan sonra her meselemizde emir, Risale-i Nur’un şahs-ı manevisini temsil eden has şakirtlerin ve sizlerindir. Benim de şimdi bir reyim var.” 4 demiştir.
Şûrâların Temsil Ettiği Ruh
Şahs-ı manevinin en zor anlaşılan önemli bir özelliğini Bediüzzaman şöyle ifade ediyor: “Zaman cemaat zamanıdır. Hâkim, ruh-u cemaatten çıkmış, az mütehassis, sağırca, metin bir şahs-ı manevidir ki, şûrâlar o ruhu temsil eder.” 5
Her ferdin elbette bir görüşü vardır ve kendine göre de değerlidir. Ama ortak akıl, ortak şuur, ortak mefkûre, ortak bakış, ortak dâvâ temeline dayanan şahs-ı manevî’nin ortak kararındaki isabet, tek şahsın kararında bulunmaz. Şahs-ı manevî görüşü, şahs-ı manevinin seçtiği şûrâların ortak görüşü olarak tezahür eder.
Dolayısıyla hâkim, duygusal ve şahsî olmayan, fikrin, sebatın ve sadâkatin ön planda olduğu, başka fikirlere ve parlak algılara sağır, sağlam duruşlu bir şahs-ı manevidir.
İşte merhum Mehmet Kutlular böyle bir ruhun inşasına bir ömür vakfetti.
Allah ebeden razı olsun.
Dipnotlar:
1- Şuâlar, s. 392., 2- Kastamonu Lâhikası, s. 93., 3- Kastamonu Lâhikası, s. 39., 4- Emirdağ Lâhikası, s. 260., 5- Eski Said Dönemi Eserleri, (Sünûhat), s. 350.