1986 yılından itibaren, Ekim’in ilk haftası “Camiler Haftası” olarak kutlanmaya başladı. 2003 yılında ise, din görevlileri de ilâve edilerek, “Camiler ve Din Görevlileri Haftası” şeklinde, her sene ayrı bir tema ile kutlamalara devam edildi. Biz de bu hafta münasebetiye bugünkü yazımızı bu konuya ayıralım dedik.
Camilerin tarihçesi, insanlık tarihi ile başlar. İlk insan olan Hazreti Adem (as) Allah’ın emri ile ilk defa Kâbe’yi inşa etmiş, burada ibadetle meşgul olmuştur. Yeryüzünde yapılan ikinci mescid ise, Mescid-i Aksa’dır. Bunu da Peygamber Efendimizin (asm) şu Hadis-i Şerifinden anlıyoruz: “Yeryüzünde ilk inşâ edilen mescid Mescid-i Harâm, ikincisi inşâ ise Mescid-i Aksa’dır. (Buhârî, Enbiyâ, 10.)
Mescid, “secde edilen yer” anlamındadır.
Yeryüzünde ilk mescid olan Kâbe, “Beytullah” (Allah’ın evi) diye anılır.
Kur’ân-ı Kerîm’de şu şekilde bahsedilir: “Biz, Beyt’i (Kâbe’yi) insanlara toplanma mahalli ve güvenli bir yer kıldık. Siz de İbrahim’in makamından bir namaz yeri edinin (orada namaz kılın).
İbrahim ve İsmail’e: Tavaf edenler, ibadete kapananlar, rükû ve secde edenler için Evim’i temiz tutun, diye emretmiştik.” (Bakara Sûresi, 125) Diğer bütün mescid ve camiler de, “Beytullah’ın” bir şubesi olarak kabul edildiği için, Müslümanlar nazarında aynı saygı ve hürmete lâyık görülmüştür. Onun için Müslüman toplumlar, gittikleri her yere önce bir cami inşa etmişler, onun etrafına evler yaparak yerleşmişlerdir.
İslâm medeniyeti camilerle başlamış diyebiliriz. Peygamber Efendimiz (asm) Mekke’den Medine’ye hicret ederken, Medine’ye varmadan, “Kuba” denilen mevkide konaklamış ve orada Müslümanların ilk mescidini inşa etmiştir. “Kuba Mescidi” olarak anılan bu mescidin planını Efendimiz (asm) bizzat kendisi çizmiş, ilk taşı koyarak inşasında çalışmıştır. Medineye vardığı zaman da yine ilk iş olarak yine bir mescid inşa etmiş, bütün faaliyetlerini burada yürütmüştür. “Mescid-i Nebevî” diye anılan bu mescidde namaz kılmanın dışında İslâm’ı öğretmek için sohbetler yapmış, dersler vermiştir. Mescid-i Nebevî’nin bitişiğine, ”Suffa evi” denilen, hurma dallarından yapılmış bir sundurma yapı daha ilâve edildi. Burada “Ashab-ı suffa” denilen ve kendilerini tamamen İslâmı öğrenmeye, ilim tahsil etmeye ve Peygamber Efendimizin (asm) hayatındaki en ufak detayları hıfzetmeye adamış talebeler kalıyordu. İslâm medeniyeti, bu fedakâr talebelerin burada öğrendiklerini gittikleri yerlere yaymasıyla başlamışıtır.
İslâm toplumlarının genişlemesiye daha büyük mescidler yapılmış, bunlara da “toplanma mahalli” anlamına gelen “Cami” denilmiştir. Türkler de İslâmiyeti kabul ettikten sonra Cami kültürü ile tanışmış, zaten imar ve iskânda ileri bir millet oldukları için muhteşem camiler ve mescidler inşa etmişlerdir. Bugün medeniyetimizin en parlak ve en muhteşem yapıları olarak, camilerimiz gösterilebilir.
Atalarımız, “Allah’ın evi” olan camilere gerekli önemi vermişler, onlara saygı ve hürmette kusur etmemişler, “cami âdabı” diye bir kültür geliştirerek bizlere emanet etmişlerdir. Bugün maalesef cami adabına pek riayet edilmediğini üzülerek görüyoruz. Cami içinde lüzumsuz konuşmalara, hatta şakalaşmalara ve gülüşmelere şahit oluyoruz. Cuma namazlarında hutbe okunurken telefonuyla meşgul olan insanlar görüyoruz. Halbuki, bir resmî daireye girsek, bir memurun huzurunda öyle rahat davranamayız. İstediğimiz gibi oturup, istediğimiz gibi hareket edemeyiz. Hele bir de bulunduğumuz daire, kaymakamlık, valilik, cumhurbaşkanlığı gibi yüksek bir makam ise, rahat oturmak bir yana, heyecendan ayakta durmaktan güçlük çekeriz.
Camilerde ise, Allah’ın evinde, Allah’ın misafiri olarak bulunuyoruz. Orada bulunmayı canımıza minnet bilip, en derin saygı, en kalbi muhabbet, en büyük ihtiramla huzurda olmalıyız.
Namazdan sonra kaçar gibi camiden çıkmak yerine, orada daha fazla vakit geçirmeye, o huzurda daha fazla kalmaya çalışmalıyız.
Bu şekilde cami adabına uygun olarak Allah’ın evine ihtiramla girersek, ihsanla çıkmayı ümit edebiliriz.