İnsanı hidayet yolundan ayırıp, dalâletin karanlık dehlizlerine atan, iki müthiş düşmanı vardır.
Birisi, Allah’ın lânetine uğramış şeytan, diğeri de insanı daima kötülüğe ve şerre çağıran nefistir. Aslında şeytanın bir yaptırım gücü yoktur. Bediüzzaman Hazretleri, şeytanların kâinatta icad cihettinde hiçbir müdahalesinin olmadığını ifade eder. Kur’ân-ı Kerîm’de de şeytanın gücünün çok zayıf olduğu şöyle ifade edilir: “Muhakkak ki şeytanın hilesi zayıftır.” (Nisa Sûresi, 76)
İnsanı düşündürmesi gereken husus, bu kadar zayıf ve herhangi bir yaptırım gücü olmadığı halde, insanların büyük bir kısmı neden şeytana aldanır ve insanı kötülüğe ve şerre kolayca sevk eder? Üstelik dalâlet yolu o kadar zorlu, çetrefilli ve çirkin olduğu halde, şeytan ve dostları, çok defa neden ehl-i hakkı mağlûp ederler?
Bu soruların cevabını, Bediüzzaman Hazretleri şöyle veriyor: “Ekseriyet-i mutlaka ile dalâlet ve şer, menfîdir, tahrîbdir, ademîdir, bozmaktır.
Ve ekseriyet-i mutlaka ile hidâyet ve hayır, müsbettir, vücûdîdir, i‘mârdır, ta‘mîrdir. Herkesçe ma‘lûmdur ki: Yirmi adamın yirmi günde yaptığı bir binayı, bir adam bir günde tahrîb eder.” (Lem’alar, 13. Lem’a)
Şeytanın yaptırım gücü yok ama, insanın kanına giriyor, vesvese veriyor ve insan da cüz’î iradesi ile, şer ve dalâlet yolunu tercih diyor. Yani şeytan sadece insana kötülüğü telkin ediyor. Bu telkine kulak veren nefis de, insanı kötülüğe sevk ediyor.
Eğer şeytanın bir yaptırım gücü olsaydı, insanın iradesi üzerinde etki edebilseydi, günahlara girdiği zaman insanın itiraz hakkı doğardı. Ama şeytanın ufak bir vesvesesini büyük bir delil gibi gören insan, kendi hür iradesiyle o yolu tercih ediyor. Çünkü şeytanın vesvesesi, nefsin hoşuna gidiyor. Nefis, her zaman şeytanı dinler ve onun telkinlerine kulak verir. Zaten nefis de teklif altına girmek istemediği için, basit bir bahane itiraza ve inkâra başlıyor.
Şeytanın bu kadar zayıflığına rağmen, bu derece başarılı olması, onun gücünden değil, şer ve tahribatın kolay olmasındandır. Bir kötülük işlemek, bir zarar vermek ve bir günah işlemek için bazen insanın hiçbir şey yapmasına gerek yoktur.
Yani bir eylemi yapmamak, o kötülüğün ve şerrin işlenmesi için kâfidir. İbadetlerin yapılmaması, imanın gereklerinin ihmal edilmesi, dalâlete düşmek için yeterlidir.
Kur`ân-ı Kerîm`de nefsin Allah`ın emirlerine muhalefet etmek için sahibini her zaman kötülüğe yönelttiği, Yusuf Aleyhisselâm’ın dilinden şöyle anlatılıyor: “Ben nefsimi temize çıkarmam; çünkü nefs, Rabbimin merhameti olmadıkça, kötülüğü emreder.” (Yusuf Sûresi, 53) Yani, şeytan sadece telkin ediyor, nefis ise, şeytandan aldığı telkini insana emrediyor.
Onun için nefis tezkiyesi derecelerinden birincisi olan ve insana sürekli kötülüğü emreden kısmına, “nefs-i emmare” (emredici nefis) denilmiştir.
Şeytan vesvesesiyle nefsi aldatır, nefis de aklı ve vicdanı devreden çıkarma suretiyle insanı aldatır. Nefsin emirlerine uyan insan, iman dairesinden gittikçe uzaklaşır, sonu helâket olan bir yola girer.
Nefsin ve şaytanın şerrinden korunmanın yolu, Sünnet-i Seniyye zırhını giymek, Kur’ân kalesine sığınmak ve “Lezzetleri tahrip edip acılaştıran ölümü çok zikrediniz” hadis-i şerifinin talimatı doğrultusunda ölümü sıkça hatırlamaktan geçer. İşte o zaman, yalancı lezzetlerden, aldatıcı telkinlerden kurtulabiliriz.